Bilbao: Yaşanılacak Yer

Çok yerde gezdim, çok yer hoşuma gitti ama Bilbao garip şekilde sıcak geldi. Daha çok yaşanılacak bir yer gibi.

Kasım ayı olduğu için ve kuzeyde olduğu için tipik bir İspanya gezisi diyemem ama şehrin mesafeli sıcaklığı, İspanya’nın Akdeniz kıyılarına göre biraz daha ciddi ama aynı kucaklayıcı atmosferi fazlasıyla etkileyiciydi. Gittiğim kafe ve restoranlardaki samimiyet ve güler yüz, ikinci ziyaret edişimde sanki yıllardır orada takılıyormuşum gibi karşılayan ve uzunca muhabbet ettiğimiz çalışanlar, Duolingo seviyesi İspanyolcama olan destek de son derece motive ediciydi. Sanırım Almanya’da çekilen ruhum, bu sıcaklığı ve samimiyeti özlemiş.

Samimiyeti anlatmak da, kolay değil. Mesela Türkiye’de aynısını hissetmiyorum. İnsanlar cıvık ya da gergin geliyor. Aslında daha çok orta doğuluyuz sanırım.

Bilbao küçük bir şehir, her ne kadar olduğundan daha büyük gözükse de. Okyanusa açılan limanıyla ve demircilik geçmişiyle bir ticaret ve endüstri şehri demek yanlış olmaz. Tipik turistik yerlerin aksine, şehir öyle ilk bakışta sanatıyla, renkliliği ile içine çekmiyor sizi. Hatta ilk izlenimim biraz Ankara, biraz Mersin, biraz da Trabzon karışımı bir şehir olduğu yönündeydi. Şehirde dolaştıkça fark ettiğim şey mimari ve şehrin güzelliği değil; hayatın akışı oldu. Biraz daha sağa sola bakınca ise doğası kadar farklı köşelerde saklanmış mimari ve sanat da dikkat çekiciydi.

Bilbao’ya gitme amaçlarımdan biri daha önce hiç Bask bölgesinde bulunmamamdı ama asıl sebep Guggenheim Müzesi’ydi. Özellikle Dan Brown’ın eşsiz anlatımından sonra kafamda daha da büyümüştü. Bir Robert Langdon olmayacaktım elbette ama hayatın güzel yanı da bu. Attığımız her adım, kendi eşsiz deneyimimiz.

Gittiğimde uzun uzun bakakaldım binaya. Binanın yumuşak kıvrımları, akıcılığı ve şehre sağladığı uyum büyüleyiciydi. Kafam güzel de değildi; bina gerçekten büyüleyiciydi. Uyumun içinde zıtlık da barındırıyordu. İlk gün akşamüstü, şehrin içinde yürürken gitmiştim. Yağan sağanak, sırılsıklam olan ayaklarıma değdi mi? Bence evet. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel.

Bina da, bana mesaj vermişti sanki. Ertesi gün, gece farketmeden basıp, bileklerime kadar ıslandığım su birikintisi temizlenmiş ve uyarı levhaları asılmıştı. Su birikebilir, dikat edin diye. Belki de, önceki akşam güvenlik kamerasından izleyip, kahkaha eşliğinde izlemişlerdi, sudan kaçarken, daha da suya batışımı.

Ertesi gün sabah ilk iş yine oraya gidip gündüz gözüyle görmek oldu. Genelde dışı bu kadar büyüleyici olan yerlerin içi hayal kırıklığı olur. O yüzden içeri girerkenki düşüncem “bir iki tablo, eser görür çıkarım”dı.

Tabii ki öyle olmadı. İç dizayndaki sadelik, en az dışı kadar etkileyiciydi. İçerideki sergiler ise sanki “biz de varız” diye bağırıyordu. Son derece ilham vericiydi. Çıktığımda varoluşumu, maddeselliğimi ve sanatın anlamını, önemini düşünürken buldum kendimi. Sanat bir felsefe, bir haykırış ve kendini ifade etme biçimiydi. Ama daha da önemlisi, olumsuz bulduğumuz, çirkin bulduğumuz ne varsa sanat sayesinde yok oluyordu. İdlib’den Filistin’e; Akdeniz’de boğulan göçmenlerden acımasız faşistlere, duyarsız insanlardan unutulan en ücra köşelere kadar her yere seyahat etmişti zihnim. Sanki zaman durmuştu.

Toplumsal baskıları, içinde bulunduğumuz toplulukların saçma normlarını da düşünmüştüm. Sürekli bir yerlere uyum sağlama çabasıyla geçen ömrün yerine, orjinalliğin ve kendin olmanın somut avantajını izlemek gibiydi.

Mark Leckey’in sözleri duvarı süslüyordu. Bir yandan boyutsuzluktan, tek bir uzaya sıkışıp kalamayacağımızdan, insanın madde ile ruh arasında bir yerde olduğundan bahsediyordu. Heykelindeki boyutsuzluk, şehirlere bakışı her şeyi açıklıyordu. Diğer yandan müziğin bizi nasıl fiziksel olarak etkilerken soyut bir şey olarak kaldığını anlatıyordu.

Yayoi Kusama’nın aynalı odası ise başka bir olaydı. Basit ama etkileyici. Dakikalarca ışıklar arasındaki kendi yansımalarımı izledim. Sonsuz bir uzaydaymışım gibi. Çoğaldıkça mı değerleniyoruz, yoksa değer dediğimiz şey bir yanılsama mı?

El Anatsui’nin metal dalgaları… Bulduğu kapaklardan yaptığı o devasa “halı” aslında Afrika’dan Avrupa’ya uzanan binlerce hayatın ve ardında bıraktığı hikâyelerin özetiydi. Aynı zamanda umursamadığımız onca eziyetin, acının yüzümüze vuruluşu. Bir tarafta dalgalı denizden şikâyet eden bizler, diğer tarafta o dalgalarla kıyıya vuran bedenler… Kırışık bir çarşafa bile tahammülün azaldığı dünyadaki acımasızlığı daha iyi nasıl anlatabilirsiniz ki?

Garip bir ikilem. O kadar derinliğin içinde bir anda tatilde olduğumu hatırlayıp pintxos ve torrijas’a kayan düşünceler.

Modern sanatın sevdiğim yanı da bu. Derinlik ve açlığın, benim gibi “sanat cahili” adamları bile etkileyecek şekilde sunulması.

Her ne kadar Guggenheim’ı beğensem de, Güzel Sanatlar Müzesi’ni de anlatmazsam haksızlık olur. Georg Baselitz sergisi vardı gittiğimde. Baş aşağı çevirdiği figürler biraz rahatsız edici ama düşündürücüydü. “Asıl sorun bakış açımızda olabilir” der gibiydi. Sanat cahili olarak tanıştığım diğer sanatçılar Darío Urzay, Jon Mikel Euba, Benlliure, Aresti ve Ibarrola’ydı. Her birinin yaptığı soyutlamalar, sanatın özünü düşündüren sunumlar, politik enerjileri; meselenin estetikten çok vicdan olduğunu yüzüme vuruyordu sanki. Vicdanı olan kimsenin adaletsizliğe sessiz kalacağını sanmıyorum. Vicdanı olan kimsenin şehirlerin, ülkelerin, kimliklerin arkasına saklanacağını düşünmüyorum. Ve yine vicdanı olan kimsenin dünyaya kategorik gözlüklerle bakacağını sanmıyorum. İçinde bulunduğumuz dünya ise, kendimizden kaçtığımız; açgözlülüğün vicdanın önüne geçtiği bir dünya. Her şey yapmacık. İspanya’nın şu an verdiği savaş da bu. Kendi olabilenlerle, ‘bizim gibi olacaksınız’ diye dayatanların savaşı. Avrupa’da, ya benim gibi ol ya da öl mantığının henüz kazanamadığı nadir yerlerden. Çok değerli bir savaş.

Bu düşüncelerle boğuşurken şunu da fark ettim: Modern sanatın tuhaflığı, basitliğinin yanındaki kaosu ve gücü; daha soyut ama daha belirsiz olan klasik güzel sanatlardan daha çok hoşuma gidiyor. Belki de bu his sadece birinin mühendis zihnime daha çok yatmasından, “yapılabilir” gelmesinden kaynaklanıyor. Diğerinin soyutluğu ve bana uzaklığı rahatsız ediyor ama bu his bile hayran bırakmaya yeter.

Müze’nin Dışı

Yazarken bile zamansızlık içinde kayboldum. En son noktayı koyduğumda artık müzeden çıkabilirim diye düşündüm.

Bilbao’nun sokaklarına çıktığımda fark ettim ki müzenin içinde yaşadığım karmaşanın daha sakin ve daha insancıl bir versiyonu şehirde zaten akıyordu. Şehir popüler Avrupa şehirlerinin aksine mütevazı ve kendi hâlindeydi. Binalar, köprüler ve nehir garip bir harmoni içindeydi; aynı zamanda birçok zıtlık da bir arada yaşıyordu. İnsanlar da bana öyle geldi: kendi hâllerinde, neşeli, gösterişten uzak ama gerçeklikten de kopuk değil.

En hoşuma giden şeylerden biri bar kültürü oldu. Kafe/bar konsepti sanki sosyalleşmek için kurulmuş. Rahatsız etmeyen bir sosyallik. Sabahtan akşama kadar kalınabilecek yerler gibi ama en ideal hâliyle işten sonra ister arkadaşlarınla ister aynı ortamdaki tanımadıklarınla, bir iki laf edip bir şeyler yiyebileceğin neşeli ortamlar. Köpüklü bira gibi: döküldükçe rahatlatan bir yer. Zamanın durduğu, gerginliğin eridiği yerler.

Açıkçası Bask geçmişini bilmem sebebiyle daha gergin insanlar beklemiştim ya da Katalonya gibi baskın hatta yabancılara karşı daha kapalı. Hiç de öyle değildi. Benzer yanları vardı. Mesele Atletic Club Bilbao, sadece bir futbol kulübü değil, bir kimlikti. Şehrin kimliğiyle, tarihiyle bütünleşmişti. Her yerde İspanyolcanın yanında Baskça da yazılıydı ama anlatıldığı kadarıyla, liman ve demir işçileri geçmişi nedeniyle ‘bizden değilsin’ baskısı yoktu. Doğal olarak aidiyet eksikliği de. Ancak son yıllarda, Bask Kültürünün ve dilinin daha da öne çıkarıldığını anlattılar.

Bunun dışında İspanya’nın her yerinde olduğu gibi, turistlere karşı tavır almışlar ve turistlerden haz etmiyorlar. Buna ben de katılıyorum. Turistler bence şehir dışında olmalı. Turist köyü gibi bir şey olsun, orada kalsınlar. Şehre sadece gezip, görmeye gelsinler. Turistik işletmelerin de, bir sınırı olsun. Her yerin Airbnb olması, turistik restoran, turist şaklabanlığı mekanı olması sadece bölgesel ekonomiyi değil, oranın kültürel dokusunu da bozuyor. Her yer birbirine benzemeye başlıyor. Yereller için ise, yaşanmaz hale geliyor.

Gittiğim balıkçı kasabasında, bunu düşündüm. Şimdi orası değerlenmiş ve turistlere özgü restoranlar, olmayan kültürel öğeler ve turistler için ayrılan dairelerle dolmuş. Değerlenmiş… Halbuki, o balıkçı kasabasında insanlar olduğu gibi yaşıyordu. Hem de bulundukları yerlerin değerini düşünmeden.

“Burada Yaşanır” Hissi

Gittiğim birçok yerde “insanlar çok güzel yaşıyor” dedim. Kısmen özendim, kısmen “burada yaşamak iyi olabilirdi” dedim ama sanırım ilk defa şehir değiştirsem nereye gidebilirim sorusuna cevap verebilecek bir şehir oldu Bilbao. Aslında bana göre küçük bir şehir ama hiç de sıkıcı durmuyor. Küçük ama gittiğim her durakta hayat vardı. Her durakta bir meydan, meydan çevresinde yeme-içme yerleri ve tabii ki insanlar.

Sadece bu da değil; dağ var, deniz var, kültür var, müzik var, gece var, gündüz var ve güleryüzlülük ile göz teması var. Yani birbirinden kaçmayan insanlar. Basit İspanyolcamla bile yaşlı-genç birçok insanla ufak sohbet edebildiğim bu yer kesinlikle yaşanabilecek bir yer izlenimi verdi. Burada yaşamak sanki hayatı sade ama dolu dolu yaşamak gibi. Ne çok fazla, ne çok az. Tam ayarında. Elbette tüm bu pozitif düşüncelerin yanında ekonomik gerçekler de var.

Dönme Vakti

Bilbao’dan ayrılırken fark ettim ki; gezi boyunca mücadele ettiğim, yağmur; sağından solundan yara olan ayağım, onca yürünen mesafe, uzunca süren yolculuğa rağmen; bu 4 günlük geziden hiç yorgunluk kalmadı. Sanki uzunca zamandır tatil yapıyor gibiydim, aynı zamanda sanki arka sokakta oturmuya gitmiş gibi. Dinlendiren, motive eden bir geziydi. şehrin sakinliği de, canlılığı da ayrıydı. İçime çektiğim deniz kokusu da, özlediğim; canlı hissettiren bir bonustu. Daha önce Cebelitarık boğazında, Herkül’ün dünyaya açtığı kapı; beni de uzak denizlere açan kapı diye düşünmüştüm. Bir sene sonra soluğu Kolombiya’da almıştım. Bilbao’nun verdiği his ise denge ve sakinlik. Aynı zamanda dinginlik. Beni varoluşun derinliklerine itse de, merak ve varoluşal ağırlıktan çok; hayatı olduğu gibi sevdiren bir neşeye itti. Estetiğin yanında, neşenin önemini hatırlattı. Asıl estetiğin, hayatın yalınlığında yattığını hissettirdi.

Eski bir dost gibi, hiçbir şey dayatmadan, olduğum gibi kabul etti beni Bilbao. Tıpkı benim dünyaya baktığım gibi.

© 2025 Bahadırhan Çiçek. Tüm fotoğraflar yazara aittir.
İzin alınmadan kullanılamaz, kopyalanamaz ve çoğaltılamaz.

,

Comments

One response to “Bilbao: Yaşanılacak Yer”

  1. kittyfamous5f9fb32d95 Avatar
    kittyfamous5f9fb32d95

    Çok içten duygularla yazılmış. Tebrikler

    Liked by 1 person

Leave a comment