Uyumsuzluğun Psikolojisi ve Bireysel Deneyimler

Yazı benim hakkımda. Daha çok kendim üzerine bir analiz ve kendi kendime bir söyleşi.

Photo by Samuel Austin on Unsplash

Hayatım boyunca hissettiğim şey hep aynıydı. Dışarıdan normal ve uyumlu; içeriden ise dünyanın akışından birkaç adım uzak duran ben. İnsanların duygusal ritmine, sosyal beklentilerine, toplumsal normlarına kafa olarak hiç uyamadım. Uymuş gibi davrandım. Bu davranış her geçen yıl daha da, ağırlaşan bir yüke dönüştü.

Bunu kişilik farkı olarak değerlendiriyordum, karakterim böyle diye düşünüyordum. Ama psikolojiye dair ne okuduysam okuyayım, hangi online testi yaparsam yapayım; bunun böyle olmadığını gördüm. Okudukça birçok kavramda kendimi de buldum.

Nörobilim ve psikoloji literatürü, bireylerin dünyayı algılayış şekillerinin sadece kişilik farklarıyla değil, bilişsel farklılarlarla da belirlenlendiğini ortaya koyuyor. Her ne kadar toplum aynı olma baskısı yapsa da, aslında nöral değişkenlikler bizleri farklı yapıyor.

Okudukça tabii ki, kafam karışıyor. Psikolog değilim, online testlerin doğruluğunu ve tutarlılığını da savunmuyorum ama aynı patternlerin tekrar etmesi de, ister istemez düşündürüyor. Tesadüf olamaz.

Bazı noktalar da, çocuklukta farkedilirdi dense de, vücudun uyum mekanizmasının bu nöral farklılıkları bastırabileceği gerçeği de var. Yani çocuklar farklı sosyal davranışları kopyalayabilir, baskılayabilir, aşırı analiz ederek geride durabilir ya da uyumlu gibi gözükebilir. Bunun dışa yansıması ise daha çok saç baş yolmak, kol bacak sallamak, umursamamak, sürekli stres hissetmek, sosyal yorgunluk, sosyal ortamdan kaçış, yüzeysel konuşmalardan nefret etmek, sakin, rasyonel, alçak gönüllü olarak tanınmak gibi birçok şeyle ilişkili olabilecek genel semptomlar.

Kendime yönelik geçmişe dönüp, düşündüğümde, aslında birçok ipucunun da, olduğunu gördüm. İçimde uyumsuz ama dışarıdan uyumlu bir çocuktum. Uyumlu ve sessiz bir çocuk olarak bunların birçoğunu bastırdığım, bir şekilde bu farklılıklarla başa çıkabildim. Tüm bunları düşünme sebebim ise, bu yükün artması; belki de kendimi kendim gibi hissetme fırsatı bulmam oldu.

Aptal olduğumu ya da öğrenme zorluğu yaşadığımı düşünmüyorum ama kendimi bildim bileli dinleyerek ders anlayamadım hiç. 3–5 dakika da ilgilimi kaybettim. O nedenle, tarih, coğrafya, edebiyat dersleri hep sıkıcıydı ve çoğunlukla anlaşılmazdı. Öğrendiğim şeyleri ise daha çok duyarak ve okuyarak öğrendim. Bazen bunun için ekstra çaba sarfettiğimi ve kafamda formüllere oturttuğumu da hatırlıyorum.

Dokunma konusunda hep hassasdım. Dokunulmayı ve teması hiç sevmedim. Kendimi bildim bileli böyleydi. Birçok olaya duygusal olarak nötrdüm ve yalnızlığı seviyordum. Anaokulundan bazı anılarımı hatırlıyorum. Yalnız olmak için başka odaya kaçıyordum, uyuma numarası yapıyordum. Bu arkadaşlarla geçen zamandan keyif almamam ile ilgili değildi. Keyif alıyordum ama yalnızlığı da ihtiyaç duyuyordum. Tüm eğitim hayatım ve iş hayatım boyunca, biraz yalnız kalabilmek için ve nefes alabilmek için defalarca tuvalete kaçtığım ve uzunca orada kaldığım da oldu. Bazen de sadece düşünebilmek için.

Yine bazı anılarımda kriz ve herkesin panik yaptığı anlarda gereksiz bir soğukkanlılığımın olduğunu hatırlıyorum. Soyut düşünme, kavramsal sistemleri hızlı çözme ise genelde avantajım oldu. Konsepti anlamak hızlı oluyordu ama derinleşmek için odak gerekiyordu. İlgimi çekmeyen bir konu ise, odaklanmada ve sürdürmekte sıkıntı yaşıyordum. İlgimi çeken konularda da, anladığım şeyi anladığıma ikna olduysam pratik yaparak tekrar etmekle vakit kaybetmek istemiyordum. Hatta üniversite sınavına hazırlanırken; fizik, matematik ve geometri testlerinde soruya bakıyordum. Yapabileceğime eminsem, arka sayfadan cevaba bakıyordum. Çözmekle uğraşmıyordum. Sonuçta üniversite sınavında bu alanlardan hiç yanlışım olmadı. Daha çok egzersiz yaptığım ve cevaplara bakmadığım alanlarda ise fazlasıyla yanlışım oldu. Halen daha böyle. Bir şeyi anlamış ve nasıl çözeceğimi biliyorsam, zaman kaybetmemek için Chatgpt ya da google’a bırakıyorum. Özellikle iş hayatında zaman kazandırıyor.

Tüm bu özellikler karmaşık bir nörobilişsel yapının ürünü. Yine tüm eğitim sistemimizin ve öğretilerin aksine tek bir doğru yok. Tek bir zihinsel süreç de yok.

Moda tabirle otistik spektrumum yüksek, dikkat eksikliği ve hiperaktif bozukluk var, duygu körlüğü var diyebilirim. Hangimiz de yok ki?

Uzman olmadığım için böyle bir şey söylemem. Zaten yaşadığım şeyler hastalık derecesinde şeyler değil. Gerçi hastalık tanımı da, ilginç psikolojide. Savaşmak istemeyen bir asker, hasta kabul ediliyor mesela. Ya da hayatının büyük çoğunluğunu çalışarak geçirmek istemeyen biri.

Peki bu dikkat dağınıklığı, umursamama, empati eksikliği ve ben merkeziyetçilik hayatımı etkiliyor mu? Kesinlikle. Yine de, çocukken anlaşılırdı diyerek buradan sıyrılmak en iyisi. Yine de, kendi kendime açıklamaya çalıştığım şeyler var.

  1. Çocukluktan gelen Sessiz Ayrışma

Geçmişi düşününce, yukarıda da anlattığım gibi sosyal gruplardan kaçtığımı farkettim. Aslında çocukken de, yaşadığım şeyler vardı ama keskin şeyler değildi.

Hatırladığım ilk anılardan itibaren böyle. Dışlanan bir çocuk değildim, arkadaşlarım hep oldu ama hep olanları dışarıdan izleme hissi hatırlıyorum. Bugün de böyle.

Grup ruhunu hiç anlayamadım mesela. Birkaç kişi olmak, iyi bir takım olmak anlamına gelmiyordu benim için. Takım oyunlarında da, iyi olmadım hiç. Sürü psikolojisi de, her zaman yabancı gelmiştir.

İnsanları sevmiyorum diyemem ama yakın arkadaşlarım ‘sen insanlardan nefret edersin’ diyor bana. Kalabalık içindeki yalnızlığı seviyorum ama kalabalık gruplarda her zaman yoruyor.

Benzer şekilde şehirlere hiç kök salamadım. Taşınmak her zaman kolay geliyor. Yerleşmek ise zorlayıcı. Yerleşik hissetmek içini eşya doldurduğumda bunalıyorum. Mesela bu aralar tüm eşyaları satmak istiyorum. Beni tutan tek şey mantık.

Geçmişe karşı bağlılık da, hissetmiyorum. Bunu hissetmediğimi ise arkadaşlarla konuşurken farkettim daha çok. Anılarım, hatırladığım şeyler var ama geçmişe dair hiçbir anıma keşke o günler tekrar yaşansa demedim. Özlem duymadım ama duygusal olarak güzeldi hissi genelde mantıksal bir şey oldu benim içim. Birçok anıyı da, tam hatırlamıyorum. Ara ara aklıma gelse de, o kadar uzak geliyorlar ki, anlatamam.

Hatırlıyorum, ilköğretim ekibiyle bir buluşma gerçekleştirmiştik. Benzer toplantıları lise ve üniversite ekibiyle de yaptık. Bu aktiviteleri bir kere yaptım sadece. Hepsi de aynıydı. Ne konuşacak bir şey bulabildim ne de nostaljik bir bağlılık hissettim. Daha çok dışarıdan izleyip, durumu analiz ediyordum. Anlatılan hikayelerin gerçeklikten ne kadar saptığını görüyordum. Anlamsızca onaylarcasına başımı sallıyordum. Tamamen nötr olduğum anlar oldu bu buluşmalar. Ya da geçmiş yerine, yeni ortak noktalar keşfettiğim anlar. O nedenle geçmişime vefasız olmamla da, meşhur oldum sanırım.

Lİteratürde, bunu açıklayan bir sürü kavram var. Sadece duygusuzluk desek yeterli mi yoksa havalı bir ismi var mı bilmiyorum. Tek bildiğim günlük ilişkilerimde de, bunu yaşadığım. Tabii ki, duygusuzluk da, yanlış anlaşılıyor. Bu duruma göre değişiyor. Coşkulu duygular kesinlikle yok. Yakınlık ve bağlılık hissi ise kısıtlı.

2. Yalnızlık ve İnsana İhtiyaç

Yalnızlıkla hiç derdim olmadı. Pandemi dönemi, benim için en iyi zamandı ama insanlardan da kopamıyorum. Sosyal bir ihtiyaç var sonuçta. Genelde benim tanımlayan arkadaşların söylediği, güvenilir, samimi, doğal ama ara ara mesafe koymayı seven ve ulaşılmaz olan.

Genelde 5–10 kişilik gruplardan uzak duruyorum. Bir kişiyle derin iletişim daha çok hoşuma gidiyor. En iyi arkadaşlıklarımı düşününce, düşük temas, yüksek güven, aylarca görüşmesek bile aynı kalan bağlar ve orada olduğunu bildiğim ve her zaman burada olduğum ilişkiler. Zaten zaman kavramım da var diyemem. 3 yıl görüşmediğim kişiyi tekrar gördüğümde, 1 saat önce görüşmüşüz gibi hissettiriyor. Yıllar sonra coşkusunu hiç yaşamıyorum. Yakın hissetmek, benim için gerçekten tarif edilemez bir bağ. Bu bağ kolay kolay kopmuyor ama sürekli haberleşme, görme, duyma isteği de duymuyorum. Kız arkadaşlarım, ‘on/off’ yani aç/kapa olarak tanımlıyordu benim yakınlığımı. Ben ise daha çok, açık bir sinyal gibi. Yani sürekli açık.

Bunu içine kapanık kişilikle açıklayan da var, duygusal körlükle ya da otizm spektrumu ile de. Ya da ‘tam narsist bir şerefsizsin’ diyen de.

3. Duyularda Hassaslık ve Duygusal Nötrlük

Fiziksel temas hep zor oldu. Kalabalık, ani dokunuş, sarılma, fiziksel yakınlık rahatsızlık yaratıyor. İlişkilerimde bunu mantıksal olarak çözüyorum ama tabii ki bazen ‘mekanik’ bulan da oluyor.

Bu duruma tactile defensiveness- duyusal işleme farklılığı diyorlarmış. (Dunn, 1997).

Zamanında trafik kazası yaptığımızda, arabadan çıktığımda garip bir his gelmişti. Olaya karşı nötrlük hissi. Bu hissi çocukken yapılan kazalarla, yaşadığım olaylarla kıyasladığımda benzer durumlarda hep aynı soğukluğu hissettiğimi farkettim. Korku yerine, boşluk ve hissizlik. Her ne kadar bazı durumlarda, gereksiz stresle yüklensem de, yüksek duyguların yaşanacağı durumlarda anlamsız bir hissizlik. Bunu için psikoloğa da gittim. Aşırı rasyonelsin dedi. Verdiği hissetme egzersizleri, çevreyi yaşama ve empati kurma egzersizleri ise başarısızdı. Sonra görüşmeyi bıraktım.

İnsanların duygularına içsel tepki verdiğimi hiç hatırlamıyorum. Empatim yok diyemem ama empati benim için genelde vicdan meselesi oldu, duygu değil. Mesela bir mültecinin yaşadıkları, ailesiz büyüyen bir çocuğun yaşadıklarını hikayeleştirebilsem bile, genelde mantıksal bir bütünlük olarak görüyorum. Çıkış noktam genelde, diğerlerini anlamak ve o durumda ne hisserdimden çok; gözlemlemek ve o duyguları kopyalamak. Evet, sanırım gözlem en iyi yaptığım şey.

Yine çocukluğuma döndüğümde, şunu hatırlıyorum. Genelde kimseye kötülük yapmıyordum. Ama bir şekilde yaptığımda, birisini kırdığımda, üzdüğümdei ağlattığımda hiçbir empati kurmuyordum. Eylemin kötülüğü genelde mantıksal bir şeydi. Ben olsam, bu tepkiyi vermezdim ama bu tepki verildiğine göre yaptığım şey pek de iyi değil diyip geçiyordum.

Ahlaki duyarlılığım, duygusal yakınlıktan daha ağır basıyor. Anne- baba- kardeş dışında da, derin bağlar hissetmiyorum.

Düşününce arka plan gürültüsüne ve ışığa olan hassaslığım da, yine bir ipucu. Mesela kendini tekrar eden sesler anında dikkatimi çekiyor. Ortam gürültülü olsun olmasın odağım tamamen o ritme kayıyor ve zihnim orada yok oluyor. Bunu iş yerinde, üretim makinalarının sesiyle daha çok farkettim. Birçoğu bu sese alışmış ve yokmuş gibi davranabilirken, az da olsa gelen ses, sanki ortamda sadece o ses varmış gibi bir his uyandırıyor ve ilgim tamamen oraya kayıyor. Aynı şekilde doğadaki düzenli seslere de, fazlasıyla tutuluyorum. Ya da telefonda konuşurken, konuştuğum kişinin arka plan sesleri, düşük sesli bile olsalar, odak noktam oluyor ve konuşulanı kaçırıyorum. Bu da aslında telefonla konuşmayı hiç sevmememin nedenlerinden birisi. Çünkü dinleyemiyorum, odaklanamıyorum dolayısıyla anlayamıyorum.

Benzer bir durum ışık patternleri için de geçerli. Gece, şehir içinde araç sürmek bana oldukça zor geliyor çünkü ışık fazla etkiliyor. Bir de yağmur varsa, yansımalar, sağdan soldan, arkadan önden gelen her ışık bazen sadece ışık dışında bir şey görmüyorum hissi veriyor.

4. Ders ve Din

Geçmişte hiç öğrenme zorluğu çektim mi diye düşündüğümde dikkatimi en çok çeken ders dinleyememe olur heralde. Dinliyormuş gibi görünsem de, sürekli rüyalar gördüğümü, ders anlatılırken, önümdeki kağıda odaklandığımı, patternleri çözmeye çalıştığımı, anlatılandan çok yazılanlardan ve resimlerden çıkarım yaptığımı hatırlıyorum. Özellikle sınıf ortamı, zihnimi kapatan bir şeydi. Özel dersler ise tam tersi. Özel ders konusunda da, hatırladığım şu. Öğretmen dersi keyifli hale getirmiyor ve interaktif anlatmıyorsa, anında kopuyordum. Bunun en iyi örneği, sanırım dersanedeki öğretmenimden aldığım fizik dersleriydi. O kadar canım sıkılıyordu ki, onun anlattıklarının önüne geçmek için, fiziği kendi kendime öğrendim diyebilirim.

Sosyal ilişkilerimde de böyle. İnsanlar konuşurken, 2. dakikada kopuyorum. Özellikle konuşmaya katılmıyorsam. İlginç bir konu da olsa durum böyle. İlginç olunca tek fark, ekstra çaba sarfederek dinlemeye çalışıp, zihnime notlar almak. Bu bir zeka sorunumu yoksa yüksek dikkat dağınıklığımı bilmiyorum.

ADHD ile ilgili yanlış bir öngörü, hiperaktivite kısmı. Sessiz çocuklarda da görünebilirmiş. Sürekli hayal kuran, dalgın, ders dinlemekte zorlanan, kolayca dikkati dağılan ama hiper odaklanma da yaşayabilen çocuklar. En büyük zorluklar hiperaktivite değil, zihinlerindeki hızlı iletişim ve buna bağlı dikkatsizlik, odak sürdürme, planlama ve yürütücü işlerde çekilen zorlukmuş. Evet, dikkatim çok dağınık yaaaa diye moda bir söyleme doğru ilerlediğimi farkettim. Belki de, sadece dopamin bağımlısıyım. Bilemedim.

Bunun diğer belirtileri ise uslu ve sorun çıkarmayan ama zihni dağınık, ödevleri unutan ya da atlayan, bitirmek yerine erteleme, detayları kaçırma, çabuk sıkılma, motivasyon eksikliği ve yersiz enerji patlamaları.

Bunları yaşadım mı, hemen hemen her zaman. Zaten Proje yönetimi işinin bu kadar canımı sıkması, delirtme düzeyine getirmesi, baskı oluşturması da bu yüzden. İşimi değiştirdiğimde, mantıksal bir şeylerle uğraşmaya başladığımda, kafamdaki gürültü de, büyük ölçüde azaldı. İlk defa karakterime uygun bir şeyler yaptığımı hissettim. Ama bu mantıksızlığın yanında, çöp içeriklerle zaman geçirmem de arttı.

Enerji patlamaları da, diğer bir nokta. Beni tanıyan insanlar genelde düşük enerjime ve içimdeki 80 yaşındaki dedeye şahitler. O nedenle, yaptığı seyahatlerden, gittiğim mekanlara, bazı aktivitelere kadar insanları şaşıttığım oldu. Bu aktivitelerde de, çok hareketli olduğumu söyleyemem ama genelde beni canlı hissettiren aktiviteler oldu. Mesela en çok istediiğim ve bir türlü yapamadığım, fırsat olunca da, bilerek yapmadığım skydiving aktivitesinde de, çığlıklar atarak uçaktan atlayacağımı düşünmüyorum. Daha çok anlamsız ve sessiz bir gülümseme olacağını sanıyorum.

Bu tip şeyleri genelde içimde yaşıyorum. Enerji patlaması genelde farklı ve alakasız zamanlarda oluyor. Buna şahit olan birkaç şanslı kişi var. Birisi, tam yatmak üzeriyken, saatlerce benim monologlarımı dinleyen, anlamsız gülme krizlerine(nefessiz kalacak kadar) şahit olan kardeşim. Diğeri ise yanında son derece doğal hissettiğim eski kız arkadaşım. O da enerji patlamalarıma şahit oldu. Gülme krizleri, alaksız zamanlarda aşırı konuşma, yastık yumruklama, anlamsızca bağırma, durduk yere seslice şarkı söyleme, aşırı bir enerjiyle dans etme ve 5 dakika sonra bunlar hiç yaşanmamış gibi tam tersi bir enerjisizlikle somurtmaya kadar her türlü duygu patlamama şahit olmuştur. Bunlar dışında tabii ki, farklı enerji nöbetlerime denk gelen insanlar da oldu. Ebeveynlerim gibi, bazı arkadaşlarım gibi ama kısmen.

Bu yaşadığımm patlamalar, maske filmindeki karakter gibi bir kişilik bölünmesi mi, yoksa tektonik plakaların aşırı sıkışması sonucu patlayan bir yanardağ gibi bir şey mi emin değilim.

Başlığa din de, yazdım çünkü din konusu tamamen bizim dışımızda gelişen bir konu. Zorla öğretilen, zorla bağ kurdurulmaya çalışılan bir konu. Ailem bu konuda baskıcı olmasa da, gerek yaşadığım yer gerek de temel din eğitimi nedeniyle bir dönem bu bağı kurmaya çalıştım ya da çalışmaya zorlandım ya da herkes yaptığı için ‘-miş gibi göründüm’

Dini anlatılar, uzun vaazlar, toplu ritueller hiçbir zaman ilgimi çekmediği gibi hiçbir zaman da içsel bir bağ kuramadım. Benim için felsefi ve tarihi bir konuydu ama hiçbir zaman inançlı olmadım. Topluma uyma adına, mekanik bir ilişkim oldu dinle zaten kendim olabilmeye başladığım dönemlerde, artık işim de kalmadı. İnsanların anlattığı iç huzur, olağan dışı bir gücün varlığı, onun verdiği korku ve güven duygusunu hissettiğimi hiç hatırlamıyorum. Hatta çocukken gittiğim Kuran kurslarından tek hatırladığım, kurs içeriğinden, anlatılanlara her şeyi kendime çok uzak ve anlamsız hissetmemdi. İbadet etmeye gittiğimizde de, içimden kendi kendime konuşmak dışında bir şey yaptığımı hatırlamıyorum. Ne mantıksal olarak ne de duygusal olarak böyle bir aidiyet hissetmedim. Bence hissetmem de, gerekmiyordu.

5. Görsellik ve Özümseme Sorunu

En iyi öğrendiğim konuları, aklımda kalan anıları, ilgimi çeken şeyleri düşününce hepsi görsellikle ilişkili. Duyarak hatırladığım şeyler çok az. Genelde görmem ve pratik olarak uygulamış olmam aklımda bırakıyor bir şeyleri. Gerçek anlama benim için her zaman sistemsel mantık ve bu mantığa dair fotoğraf kareleri, diyagramlar ve uygulama anıları oluyor. Bu yüzden, mühendisliği de daha sonra anladım. Birçok konu, sonradan netleşti kafamda. Yine bu yüzden, öğrenmek için derslerden kaçıyordum. Ders anlatımlarını vakit kaybı görüyordum. Yoklamasız derslere neredeyse hiç girmedim. Yoklamalı dersleri ise sonuna kadar zorladım.

6. INTP-A ve Analitik Bilişsel Mimari

16personalities testinde INTP-A çıkmıştı profilim. İçedönük, Sezgisel, Düşünen ve Keşfeden. Bu kişiliğin en belirgin özellikleri soyut düşünmeleri, bireysel olmaları, özgürlük odaklı olmaları, düşük sosyal temas ama yüksek fikir derinliği, sistem çözme, doğrudan iletişim. Güçlü yönleri, analitik olmaları, orjinallik yani yaratıcılık, açık fikirlilik, merak ve dürüstlük. Zayıf yönleri ise; kalabalık ortamlardan kaçış, kopuk olmak, duyarsız olmak yani duygu, şevkat, görgü kuralları, gelenekleri mantık dışı bulmaları. Memnuniyetsizlik ve aşırı düşünme. Bu da harekete geçmeyi zorlaştırıyor ve karar konusunda sorun yaşamalarına neden oluyor. Diğer bir zayıf yöne ise sabırsızlık.

Bu tip bireyler için özgüvenli bireyci de denilebilir. Bağımsız olmak, kendi başına çalışmak, düşük duygusal ihtiyaç ve sessizlik gibi özelliklere de sahipler. Bu analizi okuduğumda, düşündüğüm şey benimle ne kadar özdeşleştiğiydi. Elbette sonuçla özdeşleşmem ‘bias’ yani kendimi onaylama ön yargısı olabilir ama yapay zekanın aksine, bu testler sizin düşüncelerinizi yansıtmaya çalışmıyor.

Kısaca karakterimin ve bakış açımın böyle olması da, bazı davranışlarımı açıklama konusunda yanlış sayılmaz. Nörolojik bir bozukluk ya da farklılık aramaya da pek gerek yok gibi.

7. Kariyer Becerileri ve Analizlerin Örtüşmesi

Kolay pes eden bir insan hiç olmadım ama bir şeye tutkuyla sarılan ve ona tutulan birisi de olamadım. Daha önce yazdığım gibi aşırı duygularım hiçbir zaman olmadı. Doğal olarak iş hayatımda da, istemediğim şeyler olsa bile, oradan en iyisini almaya çalıştım.

5 sene yaptığım proje yönetimi işinde günlük rutinim toplantılardı, duygusal zeka gerektiren iletişim, kaotik akış, yani bilinmezdi. Sürekli sözlü bilgi akışı vardı. Sürekli insanları idare etmmem gerekiyor, empati kurmam ve sabırlı olmam gerekiyordu. Bunu kötü başardığımı düşünmüyorum. Çünkü kafamda belli profiller, kalıplar çıkarıyordum. Mantıksal olarak da çözümlüyordum yaşadıklarımı. İletişimim net ama duyarlı bulunuyordu. İçimde ise fırtınalar kopuyordu.

Bu yüzden 5 sene boyunca en çok dikkatimi çeken düşük enerjim ve beynimin sisli olması oldu. İş hayatı bir tiyatro salonu gibi geliyordu ve farklı bir maskem vardı. rolüm gereği o maskeyi takıyordum. Odağım sürekli dağınıktı. Bu bazen avantaj olsa da, çoğu zaman dezavantajdı. Planları takip edemiyordum ya da ilgimi hızlıca kaybediyordum ve sürekli yorgundum. Özellikle sosyal enerjim kalmıyordu. Bir kişi ile bile konuşmak istemiyordum, iş sonrası.

Bunu iş stresine, mühendislik özlemime, dışarda kalma hissine bağladım çoğu zaman. Hatta blog yazılarımda da, bunu defalarca belirttim. Ancak diğer insanlara baktığımda, benim aksime ne kadar rahat hallediyorlardı her şeyi. Ya da benzer şeyler yaşayan insanlar olduğunda, benim kadar abartmadıklarını görüyordum. Gerçekten abartıyor muydum yoksa sorun başka mıydı?

Mühendis aklım elbette sistem çözmek istiyordu. Bu açlığı insanların davranışlarını, alışkanlıklarını çözümleyerek ve modelleyerek geçiştirmeye çalıştım. Düzenli ve mantıklı iş akışı arayışım ama düzenden kaçan doğam da, aslında planlama ve proje akışı ile uyuşuyor gibiydi. Genelde toplantıları ve iletişimi az tutmaya çalıştım. Mühendislerin, beni iyi bulması da bu nedenleydi. Ancak soyut düşünmem, işteki teknik analiz eksikliği ve en önemlisi sosyal ve duygusal yük benim için aşırı fazlaydı. Bunun farkettiğimde, aslında işten çok işin doğasının benim doğama olan farkını daha çok hissetmeye başladım.

İş değiştirip, tekrar mühendislik yapmaya başladığımda ise, proje yönetimi işinin karakterime ve rutin beyin fonksiyonlarımı, çocukluğumdan beri edindiğim alışkanlıklara aşırı aykırı olduğunu gördüm. Şimdi ise işim daha çok teknik analiz ve çözüm gerektiriyor. Sosyal yükü az ve doğal olarak kafamdaki gürültü de. En önemlisi beyin sisi ortadan tamamen kalktı.

8. Kendime Dair Şüpheler

Aptal olmadığımı düşünüyorum ama zeki miyim yoksa hayalci mi? Yetenekli miyim yoksa tutarsızlıkla mı boğuluyorum? Gerçekçi miyim yoksa soyutlukla boğuşurken, gerçeklikten kopuyor muyum? Dikkatim mi dağınık yoksa bunlar bir bahane mi? Yoksa sadece tembel miyim? Öyleysem neden?

Bu sorular kafamı çok meşgul ediyor. Örneğin, tembel miyim diye sorduğumda ve tembel olmamak için uğraştığımda bir yerde takıldığımı görüyorum. Ancak çevrem tarafından rahat olarak bilinen ama tembel olmayan bir insanım. Benzer şekilde dikkat dağınıklığına karşı yaptığım onca çalışma da bir yere kadar yardım etse de, bir noktadan sonra hiçbir işe yaramıyor.

Kafamda sürekli fikirler uçuşuyor. Normal işler için bile farklı çözümler ve yollar düşünüyorum. Bunu çevremle paylaştığımda, normal zannettiğim şeylerle ilgili ‘ben bunu yapamazdım’, ‘o kadar çok yönlü biri değilim’ gibi cevaplar alıyorum. Bu da, sanırım bir şeyleri iyi anlamda farklı yaptığımın bir göstergesi her ne kadar farketmesem ya da şüpheye düşsem de. Daha çok sorunum sürdürülebilirlik gibi.

Alkolü sevmemin, mantıksal olarak kendimi frenlemediğim zamanlarda fazla tüketmemin sebebi de bu sanırım. Hayatın yavaşlaması, fikirlerin blurlaşması, kafamdakilerin küçücük parçalara bölünerek ayrılması sonrasında ise düşünce akışının durması hoşuma gidiyor. Zaman zaman buna fazlasıyla ihtiyaç duyuyorum.

Tüm bunlar ne ifade ediyor emin değilim ama daha çok nöral çeşitlilik olarak değerlendiriyorum. Bu yazıyı yazmamın sebebi de aslında bir nevi sesli düşünmek, kafamdakileri dışarı atmak. Bunlar ne kadar normal, ne kadar değil anlamaya çalışmak.

Yazarken bile aklıma birçok anı ve fikir geldi. Neden ders dinleyemediğim, neden kalabalıktan kaçtığım, neden sosyal ilişkilerde sürekli ağır bir yük hissettiğim, neden sürekli projelere başlayıp devamını getiremediğim, neden yalnızlıkta huzur bulduğum, neden duygusal bağ kuramadığım, neden proje yönetimi işinde tükenmişlik hissettiğimi ve neden son iş değişikliğiyle zihnimin açıldığını hissettiğim gibi birçok soruya kısmen cevap da bulmuş oldum.

En azından tüm bu düşünce sürecinde net olarak anladığım şeyler oldu.

Mesela ara ara yaşadığım enerji dalgalanmalarının en büyük nedeni muhtemelen karakterden çok, zihinsel süreçler. Birçok olaya kayıtsız kalırken, alakasız yerlerde gösterdiğim duygu patlamaları da. Stres anında ya da ciddi ortamlarda gülme ve kahkaha isteği gibi. Durduk yere evde bağıra bağıra şarkı söylemek ve birkaç dakika sonra bunlar hiç yaşanmamışcasına bir sessizliğe gömülmek gibi. Rutindeki değişikliklerin aşırı rahatsız etmesi kadar, rutinin de canımı sıkması gibi. Hareketli nesnelere ve insanların hareketlerine aşırı tepki vermek gibi.

Yani sıkışan plakalar yaklaşımım daha doğru gibi geldi. Psikolojik olarak açıklaması ne bilmiyorum o yüzden, jeolojik bir benzetme işime geldi.

Dış dünyayı kimi zaman oldukça yoğun buluyorum. Bu yazıyı da aslında, bu yoğunluktan kaçış olarak değerlendiriyorum. Sonuç olarak hiç bir yere varmadı. Varması da gerekmiyordu. Veri gizliliğine karşı, kendimle ilgili fiziksel, zihinsel, psikolojik her türlü bilgiyi vererek savaş açmam dışında da, bir işe yarayacağını düşünmüyorum.

Gece yarısı gelen çene düşüklüğü gibi düşünüyorum. Anlamsız bir konuşma hissi ve dışavurum.

Sonuç

Tüm bunlardan çıkardığım sonuç şu aslında, çocukken anlaşılırdı denilebilecek şeylere dair birçok ipucu olsa da, hayatta kalma refleksleri ağır basmış ve maskelemeyle bir şekilde uyumsuzluğu örtmeyi başarmışım. Bu da, şu anki hayatımı farklı şekilde etkiliyor. Yine kısmen maskeliyorum, kısmen de içimdeki isyan büyüyor, tahammül de azalıyor ya da uyumsuzluğu daha fazla kabulleniyorum. Kimisi ‘boşver takma kafana’, ‘çok düşünme’ diyebilir, genelde en çok tepki gösterdiğim şey bu sözler oluyor çünkü düşünmemek ölmek gibi benim için. Basit şeylerle zihni doldurmak da.

Birçok şeyi herkes gibi işlemiyorum. Öte yandan herkes gibi genellediğimin de farkındayım. Belli ki, aslında herkes kendine özgü zihinsel süreçlere sahip.

Verdiğim en iyi kararlardan birisi, önceki işimi bırakmam oldu gibi gözüküyor. Yaptığım analizlerin ve kendim üzerinde düşüncelerimin en net sonucu bu. İş ve karakter uyumu önemli. Bu konuda ‘anlaşılmadığımı’ düşünüyordum ve haklıyım sanki. Basit bir iş stresinden daha fazlasıymış. Ortama uyum sağlama ve uyumsuzluğu baskılama stratejimi bile yetersiz bırakacak bir çatışma.

Bugüne kadar ilişkilerimdeki sorunların da, temeli konusunda bir fikir verdi. Bazı şeyleri neden sevip, bazı şeylere neden uzak olduğumu da, biraz olsun netleştirdi kafamda.

Aslında bir sonuca da varmıyorum. Bu yazıyı yazarken, kendimi bir kategoriye sokmak değildi istediğim. Öyle de oldu. Daha çok benliğimi doğru temellere oturtmaya yönelik bir özeleştiri ve kendimi daha çok kabullenme konusunda bir süreçlemeydi.

,

Comments

Leave a comment