Bilgisayarı kapattım, çantamı topladım ve her zamanki gibi işten en son ben çıktım. Arabaya doğru yürürken dikkatimi bir şey çekti. Çim biçme makinası.
Sessizce ve sabırla, milim milim çimleri biçiyordu. Oifs kapanmıştı, herkes gitmişti ama o hala çalışıyordu. Tekerlekleri sessizce dönüyoe, kimi zaman boşta kalıyor ve oradan çıkmaya çalışıyordu. İleri geri yaparak, o tuzaktan kurtulup, ritmik şekilde dönen bıçaklarıyla işine devam ediyordu.
O an farkettim ki: çevredeki en yalnız şey oydu.
Çevredeki her şeyin bir arkadaşı vardı.
Her şeyin bir eşi ve yoldaşı vardı. Binalar, komşularıyla oturuyordu. Arabalar yan yana dizilmiş, emekli arkadaşlar gibi havanın tadını çıkarıyor, orman ise birçok ağaç ve onlara eşlik eden kuşlar, böcekler ve gölgelerine sığınan insanlarla gününü geçirirken, rüzgarla konuşuyor ve güneşi selamlıyordu.
Peki çim biçme makinası? Onun kimseyle sohbeti yoktu. Kimse ona sarılmıyor, gölgesinde oturmuyor, ‘bugün nasılsın’ diye sormuyordu. Sadece sessizce işini yapıyordu. İşi bitince de, benim gibi arkadaşlarıyla görüşmüyordu, şarj soketine dönüyordu. Evdeki robot süpürge gibi de değildi Ne bir sıcaklık ne de sahiplenilmişlik, ne de ona eşlik eden, onunla oyun oynayan, kedi, köpek. Dışarıdaydı. Sessiz ve yalnız. Öylece bir sonraki günü bekliyordu.
Bu, tarladaki yalnız bir ağacın romantik yalnızlığı gibi bir şey değildi. Ağaç yalnız gözükür ama ziyaret edilir. Altında oturulur, fotoğrafla çekilir, dallarına salıncak bağlanır. Ağacın bir tarihi ve yaşanmışlığı vardır. Altında paylaşılan onca hikaye, beslediği ve ev sahipliği yaptığı onlarca canlı.
Ağaç yalnızdır ama anlam doludur.
Çim biçme makinası ise görünmez. Onu kimse hatırlamaz. Kimse ‘günaydın’ demez, ‘bugün ne güzel kestin’ bile duyamaz. Çalışır, biter ve unutulur. Bir gün ömrünü tamamlandığında ise, yerine başkası gelir. Öncekinin varlığı bile hatırlanmaz. Yeri dolmasa bile, eskiden şöyle bir şey vardı, diye hatırlanmaz. Görünmez emeğin çaresizliği.
Bazı insanlar da, böyle değil mi? Kimisinin yalnızlığı, tarladaki ağaç gibi; kalabalığın içinde modern bir yalnızlık; kimisi ise çim biçme makinası gibi. Görev odaklı, görünmez, hep işleyen ama hep yalnız.
Bunları düşünürken, Kazım Koyuncu’nun sözleri yankılandı içimde:
‘bir boşluk ki nasıl insanla dolsun’
Bu, bana hep çok yalnız bir ağacı hatırlatır. Ziyaret edilse bile içsel boşluğu doldurulamayan, derin bir sessizliği…
fırlatırdım bir taş gücüm olsaydı
yıkmaya yalnızlığın duvarını
Bu ise tam anlamıyla çim biçme makinasının kabullenişini anlatır gibi.
Sartre,
‘İnsan özgürlüğe mahkumdur’
der.
Çim biçme makinası o bile değil. Ne bir özgürlüğü var ne de tercihi. Ne Programlandığı şeyi yapıp, sessizce yerine dönüyor.
Aynı durumda Camus ya da Hemingway ne der diye düşünmeden de, edemiyorum. Muhtemelen Camus, aynı kabullenmişlikle,
Kesmeye devam et. Anlam yok, ama ritim var
diyecek ve durumunu kabullenecekti.
Ya da Hemingway’in derin bir nefes alıp, makinaya bakarak şöyle diyeceğini hayal ediyorum:
İşini yapıyor. İçki içmiyor. Yalnız ölüyor. Hayat böyle…
Böyle bir yalnızlıkla yaşanır mı? Kazım’ın şarkısındaki gibi o taşı atacak hal kalmamış ve her gün aynı şekilde, aynı çimleri biçmekten de bıkmışsan, hep düzgün olmaya çalışıp hem görünmez kalmaktan kırılmışsan; böyle bir hayat sürdürülebilir mi? Aynı güzargahta, kimi zaman donmuş, kullanıldıkça körelen, içinden geçenin boğazında kaldığı bir yorgunlukla uzun yaşanabilir mi?
Eğer ikisi arasında seçecek olsam, makina değil ağaç olmak isterdim. Yalnız ama gölgesiyle memnun eden. Oturanın sırtına destek olan, kuşlara ve üzerine tırmanan çocuklara oyun olan, konuşanı yargılamadan dinleyen ağaç. Kendi yalnızlığı içinde, hayat veren… Yaşam dolu bir ağaç.
Yalnızlık bazen görevle, bazen sessizlikle başlar. Gittiği yer ise hep aynı ‘kendine dönmek’.
Kendine dönmenin de, yanlış bir yanı yok ama çim biçme makinası gibi bir içe dönüklüğe dönüştüğünde, en iyisi bıçakları durdurup, derin bir nefes almak ve kafayı kaldırmak.
Ağaç tercihimden olsa gerek…
Ne zaman yorgun hissetsem, içimdeki boşluk bir ağırlaimaya başlasa ve yavaşlamaktan korksam, kendime bir ağaç bulurum.
Sırtımı dayayabileceğim, gövdesine yaslanıp kitap okuyabileceğim, sessizce düşünebilceğim bir ağaç… Altında kuş seslerini dinlemek, yapraklarının rüzgarla dansını seyreder ve hayallere dalarım.
Dokunduğumda kabuğunun dokusunu hisseder, yılların ona işlediği desenlerde huzur bulurum.
Hareket etmeden, kök salarak bu kadar sosyal olabilmesi, gelip geçenlere gölge, kuşlara yuva, çocuklara oyun alanı olabilmesi, yaşanan aşklara, dertlere, arkadaşlıklara, huzura şahitlik edebilmesi bana tuhaf bir güven veriyor. Ağacın sakinliğinin yanındaki çok yönlülüğü ilham oluyor.
Yaşlandıkça güzelleşmesi, saygınlaşması, dokusundaki her buruşukluğun bir deneyim olması ve hiçbir yere gitme telaşı olmadan varoluşu; sürekli koşturduğumuz dünyada, başka alternatiflerin de olduğunu, hayatı bazen de yavaşlatmak gerektiğini hatırlatıyor.


Leave a comment