Eğitimde Empatik ve Yaratıcı Bir Sistem İhtiyacı


Her şeyin başı eğitim diye klişe bir giriş yapayım. Tüm sorunların çözümü eğitim. 

Bunu diyince elbette tepkiler geliyor. Herkes eğitilmiyor, herkes eğitilemiyor, öyle düşündüğün gibi kolay değil gibi. Sorunun özü de, bu aslında. Eğitimin yanlışlığı da. 

21. yüzyılın en büyük sorunu bence ne küresel ısınma, ne savaşlar, ne populizm. Aksine en büyük sıkıntımız, insanlık tarihinde ilk defa bilginin bu kadar erişilebilir olması, bol olması, sansürsüz olması ve tüm bunlara rağmen hiç olmadığı kadar değersiz olması. Evet, bilgi değersiz. Hiçbir işe yaramıyor. Çünkü doğru bilgi ile yanlış bilgi arasında hiçbir fark yok. Bunu değerlendirebilecek, zihinsel bir altyapı da. 

Uzmanlık hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü uzmanın söylediği her şey, sansür olarak değerlendiriliyor. Uzman olmayan ise, bilgiyi istediği gibi eğip büküyor. Yeterli reklam ile, uzmandan daha çok kişiye ulaşıp, istediğine inandırıyor insanı. 

Böyle bir ortamda, eğitim sistemimiz halen endüstri devrinden kalma sistem. Herkesi standartlaştırmaya çalışan, kalıplara sokan, devlet nasıl istiyorsa öyle bileceksin diyen bir sistem. Ancak bilgiye erişim o kadar kolay ki, devletlerin eğitim müfredatlarının çöp olduğunu anlamak saniyeler sürüyor. 

Peki ne yapacağız?

Bir çocuk Youtube’dan ve sınırsız eğitim portalından astrofizik de öğrenebilir, yazılım da, mühendislik de. Belki liseye gelene kadar, dünyanın en iyi yapay zekasını bile yapabilecek konuma gelebilir ve bunu yapması için aşırı zeki olmasına da gerek yok. Teknolojinin yanı, öğrenmeyi demokratikleştirmesi. Ama yine de, bu demokratikleşme bir ilüzyon. Çünkü dikkat ettiyseniz, çocuğun internete ve bilgisayara ihtiyacı var. Belki de, belli sitelere para vermeye ve abone olmaya da. Bugün bu imkanı birçok okul bile veremiyor ya da vermiyor. Birçok aile için, akla bile gelmeyecek şeyler. 

Bu eşitsizliği bile görmezden geliyoruz çoğunluğumuz ama iyi eğitimli olduğumuzu söylüyoruz. Aldığımız eğitimin temel sorunlarını görebiliyor musunuz?

O halde sorumuz şu: Eğer çocuk bilgiyi kendi öğrenebiliyorsa, okulun amacı ne olmalı?

Yukarıdaki örnekten de, görebileceğimiz üzere teknolojinin yapamadığı ve yapayacağızı en önemli şey, sosyal becerileri geliştirmek. Yani okul, insanı insana öğretmeli, birlikte yaşamayı öğretmeli, empatiyi geliştirmeli, potansiyeli ortaya çıkarmalı, eleştirel düşünceyi kazandırmalı, yaratıcılığı desteklemeli, doğa ile bağ kurmayı sağlamalı. Tüm bunları sağlayan bir laboratuvar olmalı. 

Bugünün dünyasında ise, halen bir çok yerde en üstte müdür, ortada öğretmen ve en altta çocuklar var. Her ne kadar veliler ve öğrenciler biraz daha üste çıkmış olsa da…

Halen daha standart sınavlar, standart dersler, standart ideolojiler, ideolojik öğretim ve standart gelecek hayalleri. Çocuğum olsa, büyüyünce doktor olmak istiyorum, mühendis olmak istiyorum desin istemem. Çünkü çocuklar standart değiller. Toplum da, standart değil. Birlikte yaşamak, standart olmak demek değil ve gelecek de standart olmayacak. Bizler ise aksine her şeyi kalıba sokup sonra neden toplum bu kadar kutuplaşıyor, neden bu kadar nefret var diyoruz. Televizyonlarda gördüğümüz, açık görüşlü olduğunu düşündüğümüz insanlar bile, kendi içlerindeki frene engel olamıyorlar. Açıklık nedir bilmiyorlar çünkü. Kendilerini hak verecek ve kısıtlayacak pozisyonda görüyorlar. Herkes eşit olacak, herkes özgür olacak ama benim istediğim gibi, benim istediğim kadar. Size şu hakkı verdik, daha ne istiyorsunuz? Toplum ise, verilen hakları minnet olarak görüyor ve kısıtlı özgürlük, tüketici modernizm fikirlerini destekliyor ya da tam tersine kapalı, benim gibi ol ya da öl fikirlerini. 

İnsanlığın, en büyük ihtiyacı yeni bir eğitim sistemi. Açık fikirli, empati-merkezli, özgür, yaratıcı, doğayla bütün, potansiyel odaklı ve demokratik bir sistem. (Demokrasi anlayışımızı da, değiştirmemiz gerekiyor. Demokrasi sistemini, mutlak bir doğru olarak değil; evrilen ve gelişen bir sistem olarak görmemiz gerekiyor. Yoksa antik Yunan’dan bir adım bile ileriye gidemiyoruz)

  1. Birlikte Yaşamayı Öğrenmek

Bugün toplumların yaşadığı problem ne mülteci sorunları, ne nüfus problemi ne de demografi. En büyük sıkıntı nefret, kutuplaşma, önyargı ve empati eksikliği. Mesela göçüp, okula başlayan mülteci bir çocuğu ele alalım. Saldırgan, birçok şeyi anlamayan sınıf ve öğretmenler tarafından dışlanan bir çocuk. Sebebi ise uğraşılmak istenmemesi, düzeni bozan olarak görülmesi. Hiç mültecilerin hikayelerini dinlediniz mi bilmiyorum ama ben yardım ettiğim bir ailenin hikayesini dinleyince şok olmuştum çünkü hayalimin ötesindeydi. 6–7 yaşındaki çocuğun hayat tecrübesi, tüm kitaplardan okuyabileceğinizden daha fazlasıydı. Ölümler, açlık, kaçırılma, taciz, dayak, şiddet, hapis, soğuktan ölme noktasına gelme.. Böyle bir çocuktan yeni hayatına ayak uydurmasını bekliyoruz. Hem de doğru düzgün dili öğretmeden, konfor sağlamadan, temel insani ihtiyaçlarını bile eleştirerek, dışlayarak. Biraz normal hissetmek isteyene ise, ‘güya yemeğe parası yok ama gitmiş şu ayakkabıyı almış’ diyecek kadar acımasızlaşarak. 

Bence bu büyük bir eğitim sorunu. Okullar, ‘insan insanı nasıl anlar’ sorusuna cevap vermek zorunda. Çatışma çözme becerisi, duygusual farkındalık, farklı kültürleri anlama, eşitlik ve adalet bilinci, ön yargı farkındalığı, barışcıl iletişim, dinleme becerisi, kendini ifade edebilme ve farklı geçmişe sahip insanlarla uyum sağlayabilme gibi temel iletişim becerilerine odaklanmalı. Toplamayı, çıkarmayı, türevi, integrali öğretmesen de olur. İnsan olamadıkça, bunların hiçbir anlamı yok. 

Bu beceriler kazandırılmadığı sürece, toplum her zamman kırılgan olur, demokrasi her zaman tehdit altında ve ilişkiler her zaman diken üstünde kalır. Dışarıdan bir güce ihtiyaç yok. Bu becerilerin eksikliği, toplumu darmadağın etmeye yeter, artar bile. 

2. Okullar hiyerarşik yapılar değil, yaşayan topluluklar olmalı

Geleneksel model:

Bakanlık-> Müdür -> Öğretmen -> Öğrenci -> Ebeveyn

Her ne kadar son yıllarda biraz değişse de, halen böyle. Değişim dediğimiz rollerin esnemesi sonucu oluşan kargaşa sadece. Aslında sistemin işe yaramadığının göstergesi. 

Ailesinin durumunu bilmiyordum diyen bir öğretmeni kabul edemiyorum. İnsan böyle gelişemez gibi geliyor. Toplum da, ilerleyemez. 

Reggio Emilia yaklaşımı, Summerhill, Sudbury okulları ve özellikle bu modelleri uygulayan Finlandiya eğitim sistemi gösteriyor ki, okullar, kendi kendilerini organize eden topluluklar olabilir. Medeniyetler de, bu şekilde gelişmedi mi? Kendi kendimize organize olmadık mı?

Öğretmenler patron değil, daha çok rehber olabilir mesela. Öğretmekten çok, nasıl öğrenileceği konusunda, yeri gelince nasıl arabulucu olunacağı konusunda rehberler. Benzer şekilde müdürler daha çok proje yöneticileri gibi koordinatörler olmalı, bürokrat değil. Veliler kesinlikle, sürecin bir parçası olabilmeli ve topluluğun proaktif parçaları. 

Öğrenciler öğrenme konusunda kısmen de olsa, kontorl sahibi olabilmeli. Dokunarak, duyarak, dinleyerek, hareket ederek, gözlemleyerek öğrenebilmeli ve diğer çocuklarla iletişim halinde sayısız fırsatı, öğrenme şeklini ve kendini ifade şeklini keşfedebilmeli. Konuşma, hareket etme, şimdi konuş gibi direktiflerle,4 duvar arasına sıkışan sınıflarla bugünün dünyasında bir yere gelmek zor. 

Böylece çocuklar sorumluluk almayı, katılmayı, tartışmayı, saygıyı, birbirinin alanına saygıyı, anlaşmazlıkları çözmesi gerektiğini, ortak bir amaç için çalışma duygusunu direktiflerle ve doğru ve yanlışlarla değil; direk yaşayarak, deneyimleyerek, toplu şekilde kendi doğru ve yanlışlarını keşfederek öğrenme şansına sahip olabilir. 

Elbette buna tepki gösterilebilir. Nüfusları az, kim uğraşacak, o kadar kolay mı gibi ama bunları bilerek ve bilmeyerek uygulayan onlarca insan var. Yine aklımda yer eden, iyi olarak hatırladığım öğretmenlerim de, benzer yaklaşımları istemeyerek de olsa uygulayan öğretmenlerdi diyebilirim. Yani aslında tüm bunlar mümkün. 

3. Okulun Görevi Meslek edindirmek değil!

Okulda öğrendiğimi, mesleğe başlayınca direk uyguladım diyen var mı? Varsa şanslı. Genelde meslek, meslekte öğreniliyor. Okulda ne kadar anlatılırsa anlatılsın, öğrenilen birçok şey meslekle uyuşmuyor. O nedenle okulları meslek öğreten yerler olarak görmek de anlamsız. 

Lisede; trigonometri, integral ve türev öğrendim. Mühendisliğin temeli üç konsept. Faydasını gördüm ama bunu üniversitede de, öğrenebilirdim bence ki, birçoğu ancak o zaman anlıyor ya da derin olarak o zaman görüyor. 

Dikkatimi çeken bir şey de şu oldu; doktorluk, mühendislik, avukatlık, mimarlık hiç önceden tahmin ettiğimiz gibi meslekler değiller. Sanki başka seçenek yokmuş gibi, bunların hayalini kurarak büyüdük. Sebebi tamamen ekonomik aslında. Sonra da kendimizi inandırdık, buna yatkın olduğumuza, sevdiğimize ve hayal ettiğimize. Çocukluktan itibaren bu öğretilince zaten ne çocukların ne de ebeveynlerin başka bir şey düşünmesi mümkün değil. Aslında yıllarca istediğin her şey olabilirsin diyip, okullarda bu seçenekleri bir elin parmağıyla sayılabilecek sayıya düşürüyorlar. Yani hayallerimizi köreltiyorlar. 

Gelişmekte olan ülkelerde bu daha yaygın. Çünkü fakir ülkelerde, insanlar hayatta kalmak için yaratıcı olmak zorunda. Yukarıda saydığım meslekler, ulaşılırsa mükemmel ama ulaşmak için de, ekonomik güç gerekli. Gelişmiş ülkelerde ise, zeki insanlar yapsın denilip geçilen işler. İstediğim şeyi yapmak varken mesela marangozluk neden eğitimle zaman kaybadeyim ki? Gelişmekte olan ülkelerde ise, bunlar önü açık meslekler, eskiden para getiren meslekler. Artık öyle de değil. 

Bu yaklaşım aslıdna bireysel mutluluğu yok ediyor. Boş bir rüyaya inanıp, olmayınca üzülmek gibi. Hem de toplumun yaratıcılık kapasitesini öldürüyor. 

Halbuki eğilim gösterilebilecek o kadar çok konu var ki: 

spor, sanat, bilim, doğa, tasarım, müzik, psikoloji, felsefe, el beceriler, teknik zanaatlar, liderlik ve diğer tüm işler. Bir kısmı para getirmiyor ama bunun nedeni de, toplum dizaynındaki saçmalık. Eğitim bunu desteklese, standartlaşmaktan vazgeçebilsek, ekonomik dezavantajlar yaratmayı da bırakabiliriz. Saçma sapan bir ürün yapmak için, çevre talan ediliyor, hava kirleniyor, onlarca insan emek gösteriyor, makinalar yapılıyor… İşi yapan mühendis inanılmaz paralar kazanabiliyor. Yarattığı yıkıma karşı savaşan, yıkımın aksine tekrar doğayı eski haline getirmeye çalışan insan ise karın tokluğuna çalışıyor. Sizce sağlıklı bir sistem mi?

Montessor, PBL, Reggio Emilia gibi modellerin özü şu. Keşfet, dene, hisset, üret, gözlemle ve yolunu bul. Bu şekilde bireyin diğer konular üzerindeki farkındalığı da artıyor aslında. 

Mevcut sistemler ise, bunun tam tersi. İki alan birbiriyle alakalı hiçbir fikre sahip değil. 19.yy kafasındaki devletler, bu fikirleri tehdit olarak algılayıp, destek vermemenin de, ötesine geçiyor, olan destekleri de kesiyor. Eğitimi daha da, kör bir noktaya getiriyor. Tek amaç, gücü elde tutmak. 

Ancak gelecek 50 yaş üstü huysuz adamlar tarafından değil, hayal eden çocuklar tarafından yaratılacak. Bu nedenle çocuk, hayalini keşfetmekte özgür olabilmeli. 

4. Teknoloji bilginin yerini alır ama insanlığın asla

Bunu zaten konuştuk. Öğretmek isteyen öğretmen, internette kendini göstersin, gerekirse bire bir soru cevap seyansları yapsın. Hatta bence akademideki araştırmacı ve öğretici ayrımı; okullarda da olmalı.

Öğretmenin ise, rehberlik, koçluk, gözlemcilik, ilham, duygusal destek, beyin fırtınası rolleri ön plana çıkmalı. Mesela yapay zekanın 5 dakikada yapabileceği, müfredat planı yerine; fırsat eşitsizliği yaşayan çocuklarla ilgili plan yapsın öğretmen, mevcut modelle öğrenemeyen çocukları nasıl katarım diye düşünsün, cinsel kimlik sorunu yaşayan çocuklara danışacak birini bulsun, vücuduyla barışamayan çocukları kazanmak üzerine düşünsün, azınlık grupları nasıl kapsayabiliriz diye kafa yorsun. 

Yani öğretmenin işi, empati, vicdan, kültür ve birlikte yaşamayı öğretmek ve bunu yaşatmak olmalı. 

5. Yaratıcılık

Yaratıcılık diyince aklınıza resim dersi gelmesin ki, bence resim dersleri hiç de kapsayıcı dersler değildi. Daha çok sanat ne değildir, öğrenci nasıl ötekileştirilir dersleriydi. 

Yaratıcılık daha çok hayatta kalma becerisi ve özgünce kendini ifade etmek aslında. 

Gelecek; iklim kirzi, sosyal çöküş, ekonomik dönüşümler, teknolojik devrimler, göç hareketleri, kültürel çatışmalar gibi dev problemlerle dolu. Bunları dinlemek öğrencilere zulüm geliyorsa, bir yerde yanlış yapılıyor. Bunlar kısaca geçiştiriliyorsa da.

Tam da, bu nedenle yaratıcı zihinlere ihtiyaç var. Yaratıcı düşünce de, açık uçlu projelerle, uygulamalarla, tasarımla, maket üretimi ile, prototip üretimi ile, disiplinler arası üretim ile, hataya izin vermekle, risk alan fikirleri desteklemekle, bilim-sanat-teknolojiyi beraber ele alarak gelişir ancak. Problem çözmeye odaklanarak gelişir. Kağıda çizilen şeye, hayır yanlış çizdin diyerek; yaratıcılığı öldürmekle kalınmıyor aynı zamanda otoriter fikirler ekiyorsun aslında. 

Halbuki kağıda çizilen her şey sanat aslında, yapılan her şekil. Somut olan kadar soyut olan da. 

Waldorf’un sanat odaklı yaklaşımı, Reggio’nun ifade araçları, PBL’nin proje tabanlı yapısı bu tip eğitim yaklaşımına örnekler. Yine bunları temel alan ve disiplinler arası derslere ağırlık veren Finlandiya ya da doğa deneyimlerine ağırlık veren Forest School projeleri de. 

6. Eleştirel Düşünce

Senegalli bir mülteciyle konuştum. Eğitimi yok. Sadece İlköğretim eğitimi. Birkaç dil biliyor. Genelde göçerken, duya duya, mecbur kala kala öğrenmiş. Hayata bakışıyla, bilgi birikimiyle; tandığım birçok eğitimli insandan daha eğitimliydi. Olaylara bakışı, farkındalığı bambaşkaydı. 

Amerika’da olsa, okula devam edemediği için aptal denilecekti. Girdiği kategoriden çıkamayıp, ona göre işlerde çalışarak girdiği kategoriyi pekiştirecekti. 

Dünya, manipulasyon, önyargılar ve yanlış bilgi ile dolu. Kelimeler de, zihnimizi kutulara sıkıştırıyor. Bu çağda, okur yazarlık sadece okumak değil. Onlarca kitap okuyup, kendinizi bir alanda geliştirmeniz sizi eğitimli yapmıyor. Düşünmek ise, eğitim dediğimiz şeyin kendisi. 

Her birey, aldığı bilgiyi işleyebilmeli. 

Bir haber gerçekte ne anlatıyor ve neyi gizliyor, bu bilginin amacı ne, bu söylemden kim çıkar elde ediyor, verilen istatistik ne anlatıyor ve nasıl manipule edilebilir, nereye çekilebilir? Gelecek neden inanılıt hale geldi? Bilgi neden ve nasıl çarptırılıyor, otorite her zaman haklı mıdır? Fikir neden sorgulanmalı? Kendi düşüncelerinin sınırı ne? Neden böyle düşünüyorsun? 

Okulun bunu öğretmesi lazım ama özellikle otorite haklı mıdır sorusu neden bunun öğretilmediğinin de cevabı gibi. 

Bana sorarsanız, devletlerin hiçbir anlamı kalmadı. Tüm dünyanın otokrasiye kayma, muhafazakarlaşma, ilkel düşüncelere sarılma sebebi, devletlerin bunu destekleme sebebi de bu. Tıpkı, kitapları saklayan kiliseler gibi devletler. Ya da halkını cahil bırakan imparatorluklar gibi. Kimisi o kadar ileri gidiyor ki, bilgi erişimini kesiyor. Beğenmediği bilgiyi yasaklıyor, kötülüyor. Eğitimin, gelişmiş ülkeler dahil birçok ülkede hedef olması, ideolojik olması da bu yüzden.

Eleştirel düşünce olmadan, demokrasinin yaşama ihtimali yok. 

7. İnsanlık Tarihi Ulusal Hikâye Değil, Ortak Bir Hikâye Olarak Öğretilmeli

Yıllarca biz ve düşmanlar hikayeleri dinledik. İnandığımız değerleri mutlak kabul edip, diğerlerini yanlış kabul ettik. Bizler ve onlar oldu. Halen daha milli bayramlarda, portreler ve bayraklarla aynı yanlışı sürdürüyoruz. Çünkü onlara karşı, biz diye düşünüyoruz. 

Son 20 yıldır da, tersi oluyor. Onlar ve biz yer değiştiriyor ama hikaye aynı. 

Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada benzer bir durum var. Onlar ve biz. Onlar ve bizin yerine istediğiniz kelimeleri yerleştirin, bir şey değişmiyor. Hep onlar yanlış, biz doğru.

İnsanlık tarihi ise böyle değil. Fikirlerin sınırları yok. Kıtalar arasında yolculuk ediyor, bilim bir milletten diğerine akıyor ve hep birlikte gelişiyor. Diller, kültürler, göçler birini izliyor ve birbirine karışıyor. Kültürü oluşturan da, bu karışım. 

Uygarlıklar ise hep aynı sebeple yükselip, aynı nedenle çökmüş. Eşitsizlik, yolsuzluk, hoşgörüsüzlük, çevresel çöküş ve ötekileştirme; en büyük uygarlıkları bile yerle bir etmiş. 

Son 50 yıldır, dünya tarihinin en barışçıl dönemini yaşamamız da, aynı sebepten. En büyük yıkım sonrası, mecburen ortak değerlerde buluşmamız. 

Doalyısıyla küresel bir farkındalık olmadan, barış mümkün değil. Tarih bir bütün olarak anlatılmalı. Ulusal masallar yerine, ortak bir insanlık hikayesi. Ancak bu şekilde uydurduğumuz sınırlar ve kendi yarattığımız nefretten, değer dediğimiz ilkel ön yargılardan kurtulabiliriz. 

8. Doğa Eğitimin En Temel Parçası Olmalı

Orman okulları (Forest School) ve İskandinav modelinin kanıtladığı şeylerden birisi de, doğa temelli eğitimin getirileri. Özgüven, problem çözme, mental sağlık, ekolojik bilinç, fiziksel gelişim, yaratıcılık ve dayanıklılık. 

İlköğretimden, hiç unutamadığım bir anı, öğretmenin bir gün bizi alıp ağacın dibinde ders anlatmasıydı. Herkes derse hiç olmadığı kadar ilgi göstermişti, gülerek eğlenerek ders dinlemiştik. O anki özgürlük hissini unutamıyorum. 

9. Demokrasi Kitapta Değil, Okulun Günlük Hayatında Öğrenilir

Demokrasi, teoriyle değil, deneyimle öğrenilen bir şey olmalı. Çocuklara sabaha kadar demokrasi anlat, hiçbir anlam ifade etmez. Zaten örneğini okullarda yaşıyoruz. Oy kullan, çoğunluk sınıf başkanı olsun ve geleni geçeni ispiyonlasın. Öğretmen de, otorite olarak müdahale etsin. Tanıdık geldi mi? Evet, bugünün Türkiye’si. 

Bence hiç kimseyi ve hiçbir ideolojiyi suçlamaya gerek yok. Türkiye demokrasi, okullarda nasıl öğretildiyse, tam olarak aynı şekilde uygulandı. 

Öğretmenin otorite gösterisini eleştirmek de, suçtu. Neden? Çünkü öğretmenin bir bildiği var. Bizim iyiliğimiz için yapıyordu. Bu tanıdık geldi mi? Evet sözlerini duyar gibiyim. Ülke de, böyle kurulmadı mı? Diktatörlük eleştirilerine, halka rağmen, halk için denilmedi mi? Peki şimdi kendi doğrusunu dayatan ideolijiye nefretimiz neden? Nasıl öğrendiysek, aynı şekilde uygulanmış bir sistem. 

Tam tersi de, öğretilebilirdi. Mesela birlikte karar almak, kuralların da oyla belirlenmesi, herkesin oy çoğunluğundan bağımsız olarak söz hakkına sahip olması, saçma kutsallar yerine itiraz ve protesto hakkının kutsanması, öğrenciyi karar almada söz sahibi yapan öğrenci toplulukları, sorunlar için ortak tartışma ortamı yaratacak çalışma grupları gibi. 

Bugün imrendiğimiz sistemler, bunları kısmen de olsa başarmış sistemler. Ancak aldığımız eğitim bunu kabul etmemizi de, engelliyor. Çünkü suçlamak yine en iyi öğrendiğimiz beceri. 

Demokrasi bir sistemden çok, davranış. Bir ders değil, deneyim. 

10. Türkiye ve Almanya Eğitim Modelleri

Eleştirimi satır aralarında yapsam da, daha açık yazmak istiyorum. 

Türk eğitim sistemi, örnek verdiğim modellere çok uzak. Aşırı merkezi, aşırı ideolojik ve esnek değil. En azından bildiğim kadarıyla. Öğretmen özgürlüğü son derece kısıtlı. Öğrenciye verilen özgürlük ise son derece kontrolsüz. Velinin katılımı ise, sadece suçlamak üzerine. Eskiyle benzerliği, velinin eğitimden uzaklığı. 

Eğitimde eşitilkten söz etmek zor. Öğretmen prestiji yok denilecek kadar az. Özerklik ise, öğretmenin kendi çabalarıyla olduğu kadar. Dikkat çekince şikayet edilen bir özerklik. 

Sistem sınav odaklı ve katı bir müfredata bağlı. Anlatılan modellerin tam tersine, otokratik ve yaratıcılığı öldürmek için elinden gelen yapılıyor diye tahmin ediyorum. Zaten öğretmenler de, kendi çabaları ile kafalarını açmamışlarsa, genelde görüş olarak kapalı ya da çekindiği için, bana bulaşmasınlar diye düşündüğü için öyle davranıyor. Doğal olarak öğrenciye verebilecekleri ilham kısıtlı ya da üstü kapalı. 

İklim krizi, göç dalgaları, depremler, doğa olayları, biyolojik farkındalık, doğa farkındalığı gibi konular, moda konular olduğu için müfredatta olsa da, anlatan öğretmenin bile anlamadığı, anlamaya çalışmadığı, ilgi göstermediği konular. Zaten sınav sisteminde de, o kadar önemli konular değiller. Bilimsel gerçekliği de, tartışılır anlatılanların. 

Bu sistemin farkettiğim güçlü yanı teorik yoğunluk. Birçok konsept, küçük yaşta öğretiliyor. Yerli ve milli, bilim vs derken bilimden bağımsız, teknik kapasite gelişiyor. O nedenle, başarılı ama empati yoksunu bireylerin sayısı oldukça fazla. Ya da alanlarında iyi olan ama dünyadan habersiz ya da dünyadan haberli ama ‘biz en iyisiyiz’ gibi bir ego penceresinden yorum yapan insanlar fazla. 

Zayıf yanları açık. Empati, farkındalık, eleştirel düşünce, sınav stresi yüzünden kafayı yemiş depresif gençler, hayattan bıkmış, idealistliği yok olmuş öğretmenler, inancını kaybetmiş herkes, kaybolan cevherler, başarı kriterinin para olması ya da ‘iyi’ meslekleri olması nedeniyle özgüveni ölü bir toplum ya da yapılan her şeye mucize gibi bakan dünyadan kopuk toplum ve tüm bunların yanında sosyal eşitsizlik. 


Almanya’da bu konuda çok iyi sayılmaz, her ne kadar sosyal bilimlerde çok başarılı bulsam da. Yaratıcı modelleri deneyen yerler ve okullar var. Eğitim sistemi merkezi ve müfredat eyaletlere bağlı. O nedenle Finlandiya modelini deneyen yerler de var ama yaygın değil. Otonomi genel olarka var ama erken ayrıştırılıyor öğrenciler. Hem mesleki hem de beceri olarak. Bu da Finlandiya modelinin yanlış uygulaması olarak görülüyor. Genelde sistem yerelleşme ve meslek edinme üzerine. 

Okul içi demokrasi, potansiyeli ortaya çıkarmak üzerine yapılan uygulamalar kısıtlı. Genel kültür, doğa ve sosyal farkındalık yüksek. Bunun sebebi de, öğretmen eğitiminin kapsamlı ve zor oluşu. Bu da, yeni politik gelişmelerle, önü kesilecek gibi. Bütçelerin kesilmesi vs. gibi nedenlerle. Yani eğitime düşmanlık trendi burada da var. 

Şu anki avantajları:

Öğretmen profesyonelliği yüksek, mesleki eğitim ve çıraklık modeli nedeniyle her alanda yetişmiş elemanlar işin ehli, düzenli, güvenilir ve öngörülebilir bir sistem. Çocuk hakları konusunda duyarlılık aşırı yüksek. Yine çocuklara karşı psikolojik rehberlik fazla. Erken yaşta verilen doğa eğitimi ise en güçlü yanı. Kreşten itibaren doğayla iç içe büyüyorlar, bu konuda farkındalıkları yüksek. 

Zayıf yanları ise şunlar:

Çocuklar 10 yaşında ayrılıyor. Bu sosyal mobiliteyi kısıtlıyor ve sistemi daha da yerelleştiriyor, aynı zaman da, hayatları da. Göçmen çocukların entegrasyonu zor. Yaratıcılık birçok yerde geri planda. Sistem ağır, esneklik az. Proje kültürü sınırlı. Türkiye’ye göre daha sistemli ve öğreten merkezli. Fırsat eşitsizliği ise, pek göz önünde olmasa da, önemli bir sorun. Zeka varsayımı genelde matematik, fizik gibi derslere odaklı; başarı şansı iyi gelirli ailelerde daha yüksek. Bu da lise döneminde, gelir seviyesi düşük olan çocuklarda baskı oluşturuyor.

Yani Alman modeli, Finlandiya ile Türkiye arasında bir yerde. 

11. Önerilen Model

Bence olması gereken model, ortaya karışık bir model. Yukarıda bahsettiğim şeyleri aşılayacak, kendi kendini organize edecek, potansiyel odaklı olacak, doğadan ve empatiden kopuk olmayacak ama gerçekçi olacak. 

Merak edenler için, uygulanan, uygulanmaya çalışan bazı modeller şunlar. Hepsinin farklı odak noktaları var. Montessori, Waldorf, Reggio Emilio, Finlandiya, PBL(Yüksek Teknoloji), Demokratik Okullar, IB, Orman Okulları, Sudbury Okulları. Summerhill Okulları.

Sonuç

Yazıyı özetlersek, gelecek sadece teknolojide değil. Hatta bence teknolojide hiç değil. Teknolojiden daha önemli olan şey, empati, yaratıcılık, eleştirel düşünce, topluluk bilinci, doğa farkındalığı, kültürlerarası iletişim ve anlayış ve demokratik katılım. Bunlar olmadığı sürece, teknik gelişmeler savaştan başka bir şey getirmeyecektir. 

Bu nedenle eğitim meslek kazandırmayı amaçlamamalı. Düşünce kalıplarını dayatmamalı ve tek tip vatandaş üretmekten vazgeçmeli. Pasif, korkak, itaatkar bireyler yerine özgün, farkında, demokratik, duygusal olarak güçlü, doğayla iç içe ve yaratıcı bireyler yetiştirmeli. 

Dünya tam tersi bir noktaya gidiyor. Sebebi tamamen tersi bir eğitim sistemine sahip olmamız. Bunu dğeiştirmeye hazır mıyız? Aslında organik olarak değişiyor bir yandan ama daha çok çaba sarfetmek gerekiyor. Önce kendi değerlerimizi sorguya çekmemiz, dünyanın değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Sonra da, farkındalığımızı paylaşmamız. 

Ben gelecek adına umutluyum çünkü yaşadığımız sorunlar bizi ister istemez farklı noktalara itiyor. Umarım tarihin en kanlı sayfalarını yazmadan, zihinsel değişimi gerçekleştirme şansı buluruz. 

,

Comments

Leave a comment