Futbol Kültürü

Futbol şehri Trabzon’da büyüyen bir çocuk olarak, futboldan uzak kalma ihtimalim düşüktü. Kalamadım da.

Çocukluğum futbol konuşarak, bilgisayarda futbol oyunları oynayarak, zaman zaman da sokakta futbol oynayarak daha sonrasında ise halı saha maçlarına giderek geçti. Sosyalleşmemiz böyleydi, yetenekli değildim futbol konusunda ama oynamak hoşuma gidiyordu kısmen. İki takım hoşuma gidiyordu. Birisi çocukluğumuzu renklendiren Galatasaray, diğeri ise anlamsız sempati duyduğum Liverpool. Öyle ki, üniversite sınavına hazırlanırken bile, haftasonları ara verdiğimde Premier Lig maçlarına göz atardım. (Evet, Trabzonlu olmadığım ve kısmen izole bir ortamda büyüdüğüm için Galatasaraylı kalabildim)

Yaşım büyüdükçe, futbola olan ilgim de azaldı. Lise çağlarında saatlerce tartıştığımız futbol, daha anlamsız hal almaya başladı. O zamana da acıdım. Oyun oynamayı da, bırakınca zaten takımlarla ilgili gereksiz bilgi birikimim de azaldı. Zidane’nın artık teknik direktör olduğunu anladığımda genç Ronaldo emekliliğe yaklaşmıştı.

Futbola olan ilgimin azalmasında diğer bir etken de, politikanın ne akdar dahil olduğunu farketmem oldu. Çocukken bunu düşünmüyorduk, duysak da önemsemeyecek kadar saftık. Futbol diye izlediğimiz şey daha çok güç savaşıydı, politikaydı. Oyunculardan, taraftara her şey politik bir savaştı. İnsanoğlunun saf coşkusu ve rekabet duygusuyla harmanlanmış, bu duyguyu kullanan manipulatif bir ortamdı. Şov için statlar yapılıyor ama tribünler de dizayn ediliyordu. İnsanlar fişleniyor, sevin ama benim istediğim gibi, sev ama benim istediğim gibi deniliyordu. Devamında da, zaten yeni Türkiye futbola daha çok yansıdı. Futbol değil, siyaset konuşulmaya başlandı.

Yıllar sonra tekrar futbol izlemeye başlamam biraz nostaljik duyguların biraz da özlediğim kışkırtıcı duyguların eseriydi, biraz da aidiyet hissetme isteği. Futbol sermayesi dünyada gereğinden fazla şişti. Bundan Türk futbolu da etkilendi. Gelen isimlerin büyüklüğü ile kadro kaliteleri arttı. En azından büyük takımlar için. Onlarla yarışmaya çalışan Anaolu takımları ise yeni nesil teknik direktörler ve oyun felsefesi sayesinde daha keyifli futbol oynamaya başladılar. Bir de buna Göztepe gibi proje takım, Samsunspor gibi yönetim istikrarı sağlanan kulüpler eklenince, son yıllarda sürekli duran oyun ve etliye sütlüye karışmamak için sürekli VAR’a giden hakemlere ve sayısız tartışmaya rağmen; biraz daha ilgimi çekti. Tabii ki Galatasaray bu kadar rekabetçi bir takım kurmasa ve kurumsal başarısıyla taraftara umut vermese, muhtemelen yine izlemezdim.

Son yıllarda futbol izlerken, elbette eskisi gibi bakmıyorum. Pür dikkat izlemiyorum, kazanıp kazanmamanın bana kazandırdığı ya da kaybettirdiği bir şey olmaması dışında, futbolun mafya oyunu olduğunu kabul etmek de, işin sadece eğlencesinde kalmamı sağlıyor. Rakipleri kızdırmak, boş muhabbet ihtiyacını gidermek için bire bir.

Futbola ilgili ilgimi çeken şey futbolun kendinen çok, futbol kültürü. Mesela Galatasaray yenildiği zaman, takımda 2–3 Türk olmasına rağmen, Türk takımı yenildi oluyor. Ya da tam tersi. İngilizlere yenildik, Almanlara yenildik… Bu kadar endüstriyelleşen bir alanda, bu şekilde kalabilmek de ilginç. Uluslararası şirketler gibi biraz. Buna rağmen futbolun kültür olarak kalması ve kimlik olması enteresan.

Trabzonspor bir şehir takımıydı. Trabzonlu olmak, Trabzonspor’lu olmayı getiriyordu. Futbol görece yeni olsa da, şehir tarihinin bir parçasıydı. Belki o nedenle de, hiç Trabzonspor’lu olamadım çünkü bulunduğum her çevrede daha çok Ordulu’ydum. Yani öteki.

Barselona’ya ilk gittiğimde, turist ofisine bu şehirde nereler gezilir diye sordum. Biraz da, nasıl şehri anlatıyorlar merak ettiğimden. Camp Nou’ya gidin dediler. Akşam şampiyonluk kutlanacak. Mimarisi, sanat geçmişi, verdiği savaş değil, şampiyonluktu ilk söyledikleri. Gittiğimde, hayretler içinde kalmıştım. Son derece turistik bir aktivite olması dışında, başlı başına bir tecrübeydi. Hepsinin ötesinde, o insanlar La Liga (İspanya 1.Futbol Erkek Ligi) Şampiyonluğu kutlamıyorlardı. Katalonya’nın başarısını kutluyorlardı. Barselona sadece bir futbol takımı değil, milli bir meseleydi, bir kimlikti. ‘Yaşasın Katalonya’ diyorlardı. Kraliyete başkaldırı ve gövde gösterisiydi. Zaten Barselona Kulübü, şehrin ekonomisinin de, (sadece şehrin değil, Katalonya’nın da) önemli bir lokomotifiydi. Bizde böyle kutladıklarını düşünsenize? Yaşasın demelerini geçtim, neden kutlamayı kendi dillerinde yaptılar diye, top, tüfek yollardık.

Bu sene Bilbao’ya gittiğimde de, durum aynıydı. Bask bölgesi, Katalonya kadar zengin bir bölge değil. Daha çok kendi yağında kavrulan, dolayısıyla Katalonya kadar özgüvenli olmayan bir bölge gibi geldi. Bilbao da, her yer Atletico Bilbao( Atletic Club) bayraklarıyla doluydu. Bilmeyenler için: Atletic Club’ın özelliği, sadece Basklı futbolcu oynatmaları. Yine benzer şekilde kulüp tarihi, bölgenin tarihinin bir parçası ve Bask mücadelesinin bir sembolüydü.

İngiltere’de de benzer kültür var. Birbirinden psikopat holigan gruplar, şarkı söyleyip eğlenen taraftar ve o bölgenin takımıyla yatıp kalkan insanlar.

Bulunduğum şehir Dresden. Benzer bir futbol şehri. Maç günleri, herkesin arkadaşlarıyla, ailesiyle maça geldiğini görürsünüz. Her yer sarı siyah formalarla dolar. Hayat adeta durur maç günleri. Şehrin her yerinde kutlamalar, bağırışlar, tezahuratlar yükselir. Takım 3.lige düştüğünde de, stat aynı ağzına kadar dolu, başarılı olduğunda da. Dresdenliler için Dresdenli olmanın bir gereği Dynamo Dresden. Zaten tutkulu taraftar gruplarıyla da meşhurlar. Sıradan bir Alman’da göremeyeceğiniz bir tutku. Benzeri diğer şehirler için de geçerli. Frankfurt, Dortmund vs.

Tüm bunların arasında ilgilimi iki şey çekiyor. Birincisi, taraftar kültürünün şehrin ve insanların yapısı adına bir numune olması. Yani taraftar profilinden, şehrin genel profilini çıkarmak mümkün. Diğeri ise, binlerce insanın yaşadığı duygu patlamaları.

Photo by James Kirkup on Unsplash

Taraftar Profili ve İdeolojiler

Birincisine gelirsek, Dresden örneğiyle devam edeyim.Şehrin takımına olan tutkuları, şehrin muhafazakar profiliyle fazlasıyla örtüşüyor. Tıpkı Trabzon gibi. Maça giden kesim orta ve düşük gelirli, genelde başka bir hobisi olmayan ve çevrede yaşayan insanlar. Çoğunluğu kapalı görüşlü hatta zaman zaman ırkçı. (Direk genellemek istemiyorum çünkü ırkçılık birçok yerde holiganlıkla aynı pakette).

Bir de Leipzig var örneğin. Şehir daha zengin, daha büyük şehir havasında ve daha liberal. Taraftar profiline de, yansıyor bu. Redbull’un proje takımı RB Leipzig’in taraftar grubu daha liberal, gelir seviyesi daha yüksek ve daha eğlencesine gelen bir taraftar grubu. O nedenle de, şehir takımı profili taşımıyor. Benzer bir atmosferden söz etmek zor. Bir Chemie Leipzig var örneğin. Leipzig, liberallik dışında sol ideolojinin de, kalelerinden. Chemie Leipzig’de tam olarak bu profili karşılıyor. Daha tutkulu bir taraftar grubu. Daha organize ve anti-faşist hareketin de, önemli bir parçası. Taraftar kitlesi yine orta ve düşük gelir grubu ama muhafazakar çoğunluk değil, solcu azınlık. Çevre köylerden gelen, Nazilerle mücadele eden solcular, şehrin yine en aktivist solcuları. Zaten tezahuratları ve pankartları da, nasıl bir savaş verdiklerinin göstergesi. (kısa bir not: en ırkçı köyde bile, solcular, yabancılardan daha büyük bir tehdit, ırkçı ve muhafazakar kesim için)

Türkiye’de bu kadar ideolojik bir ortam var mı emin değilim. Eskiden vardı ama hepsinin tepesine binildi. Kulüpler bazında, hükümeti kim daha çok seviyor yarışı varken, taraftar bazında da şehircilik ve milliyetçilik dışında bir ses fazla çıkmıyor gibi. Gerisi de zaten mafyacılık ve kişisel çıkar çatışması.

Futbol Vitrini

Futbol ortamı oldukça ataerkil bir ortam. Bu bile aslında kültürel gelişimin ne aşamada olduğunun göstergesi. Bugün kadın futbolu bile, erkek hegomanyası altında. Kadın futbol oynar mı anlayışından, bizim de kadın futbol takımımız var aşamasına gelmek bir adım olsa da, katedilmesi gereken uzunca bir yol var.

Erkek futbolu nasıl podyuma döndüyse, kadın futbolu da yine erkeklerin istediği gibi bir podyuma döndürülmeye çalışıyor. Ne demeye çalıştığımı anlamayanlar, 1980lerdeki futbolculara, takımlarının geçmişteki efsanelerine baksınlar.

Bu ataerkillik, dünya siyasetiyle, ülkelerin siyasetiyle de örtüşüyor. Dünya kültürel olarka geriye gidiyor gibi bu günler de, bir tarafta da buna direnen ve savaşan takımlar var. Daha endüstriyel takımlar da ise bu daha çok polemik konusu. Mesele en basitinden LGBTQIA+ bandı taşımanın UEFA’y, ve FIFA’yı ilgilendiren ve turnuvadan mene kadar gidebilecek sonuçları olması gibi.

Photo by Fachy Marín on Unsplash

Duygusal Patlama

Ataerkil fikrin ve farklılıklara karşı zihniyetin yanında, aslında futbol son derece eş cinsel bir ortam. Oturup, 22 tane terli, kaslı, saçı başı yapılı adamı izliyoruz. Hatta bu adamların elinin yüzünün düzgün oluşundan, vücut yapısına kadar konuşan tonlarca insan var.

Eş cinselliğe karşı değilim, sadece iki yüzlülüğe karşıyım. Daha da eşcinselce bir hareket o kadar maço erkeğin, eşlerine gösterdikleri ilgiyi ve sevgiyi futbolculara ve takımlara göstermeleri. Gol olunca tanımadıkları insanlara bile sarılmaları, gözlerinin yaşarması. Kimi zaman da, erkek erkeğe sarılıp hüngür hüngür ağlamaları. Bunu bir de, çoğunluğu erkek 60bin kişiyle yapınca, daha da ilginç oluyor.

Başka ilginç örnek de, Mauro İcardi mesela. Şarkıyla bütünleşmesi dışında, oyuna girmesi bile insanların yüzünü güldürüyor. Bir de gol atıp gülümseyince, tüm stat şarkı söylüyor. Onunla özdeşleşen şarkı düğünlerde çalıyor, insanlar İcardi’nin gol sevincini, o şarkıya eşlik edişini taklit ediyor. Birçok insan kendi eşine, çocuğuna, sevgilisine bu kadar sevgi beslememiştir.

İşin şakası bir yana, günlük hayatında gülemeyen, ağlayamayan, bağırıp çağıramayan, sinirlenemeyen insanların bir araya gelip tüm bu duyguları hayvanca dışa vurması, bunu ortam bir duyguya çevirmeleri ilginç.

Eşinle, dostunla, kardeşinle bu sevinci paylaşmak, evde beraber izlerken atılan golle sevinçten havalara uçmak ayrı bir şey ama bunun dünyanın her yerinde benzer şekilde olmasını, bu kadar duygu patlaması yaşanmasını, bu kadar kimlik olarak benimsenip, övünülmesi, gururu duyulması da son derece garip. Yine bunu biraz eğitim ve kültür seviyesine, hayatta başka yapacak bir şeyinin olup olmamasına bağlıyorum. Biraz da, gösterilemeyen duyguların, binlerce insanla paylaşılınca artık bastırılması gereken duygulardan çok, önemsiz normal duygulara dönüşmesi olduğunu düşünüyorum.

Yani futbol kimliği biraz da, hayatta kendine yer bulamayanların sarıldığı bir kimlik gibi. Biraz da hayvansı dürtülerin, bastırılmaması gibi. Bunların dışında elbette, hayatımıza etki etmeyecek boş aktivitelere de ihtiyaç duyoyuruz. Yani dopamin açlığını doyurmaya.

Manipulasyon

Siyaset, rant, güç savaşları, mafyanın yanında; en ilkel duygular… Futbolu bu kadar manipulasyona açık yapan tam da bu. Aynı zaman da, propaganda aracı yapan da. Çünkü futbol bir şekilde en ulaşılmaz kalplere erişebiliyor ve kalabalığı yönlendirebiliyor. Türkiye’nin en büyük sorunu Galatasaray Fenerbahçe derbisi olabilir mi? Ya da futbolcunun takım taklavatı?

Dünyanın her yerinde durum aynı aslında, gelişmiş ülkelerde bir tık farklı çünkü kulüpler daha kurumsal doğal olarak siyasi mesaj ve kimlik sahibi olsalar da, siyasetten daha bağımsız bir kültür.

Geçmişte ise iktidarların futbolu nasıl kullandığına dair onlarca örnek var, ya da milli takımların nasıl ulusal moral kaynağı olduğunun. İster milli takım olsun, ister kulüp; takımlar iyi gidince iktidarlar bunu sahipleniyor. Karşılıklı çıkar ilişkisi ön plana çıkıyor. Zaten karşı karşıya gelmek, özellikle baskıcı rejimlerde pek de mümkün değil. İktidarlar dışında zaten sponsor sistemi de, karşılıklı ilişkileri bambaşka bir noktaya taşıyor. İlgi çekene daha çok sponsor gelmesi oldukça doğal ama yolsuzlaşmış yerlerde, sponsorluk olayı da, bambaşka bir hikaye. Bu arada Türk ligini biraz Güney Amerika liglerine benzetmeye başladım. Sanırım yolsuzluk arttıkça, formada sponsora ayrılan yerler de artıyor.

Yolsuzluk ve hile artık önlenemez noktaya gelince de, tıpkı bizim ligteki durum oluşuyor. Hakem, federasyon ve diğer etkin güçler suçlanıyor. Tıpkı iktidarların, kendine yönelik eleştirileri başka noktalara atması gibi. Aslında tüm demeçleri, suçlamaları dinlediğinizde olayın futbol olmadığını anlıyorsunuz. Mesele Fenerbahçe kongresini dinleyin. Üstü kapalı tehditlerle dolu. Benzer şekilde birçok kulübün yaptığı ‘konuşsak, yer yerinden oynar’ vari demeçleri. Bir tarafta tırmanan gerginlik, bir tarafta taraftarın anlamadığı olaylar ve bağlantılar, diğer tarafta tüm bunlarla ilişkili ama ilgi futbolda olduğu için pek de alakalı gözükmeyen politik gelişmeler. Tek tek isimlere bakınca ise, sıradan bir taraftarın anlamayacağı ilişkiler ağı. Futbol bu aslında ama taraftar için elbette, yaşayamadığı duyguların dışa vurumu, işin içinden çıkmayınca da, yalancı düşmanlara yönelen öfkeden ibaret. Tam da bu sebeple Avrupa maçlarını daha çok seviyorum. Gelişmiş ülke futbolundaki dinamikler bambaşka. Daha çok şirketler savaşı. Çıkar o kadar arşa çıkmış ki, direk siyasete maruz kalamıyor bile. Genelde ana tema yolsuzluk oluyor.

Photo by Austrian National Library on Unsplash

Farklı örnekler de mevcut. 1978 Dünya Kupası, Arjantin.

Askeri diktatörlüğün en sert dönemi. Binlerce insan kayıp, binlercesi işkenceye maruz kalıyor. Rejim ise, ‘her şey yolunda, normal bir ülkeyiz’ mesajı vermek için turnuvayı vitrin yapıyor. Ülke kupayı kazandığında ortam bayram yerine dönüyor, tüm dertler unutuluyor. Tıpkı din gibi dertlerin üstüne örtülen bir halı oluyor.

1934 ve 1938 Dünya Kupası, İtalya

Biri İtalya’da diğeri Fransa’da yapılıyor. İkisini de, İtalya kazanıyor. Tahmin edebileceğiniz üzere, faşizm propagandasının merkezi oluyor bu kupalar. Ulusal gücün sembolü. Bol bol selam söyleniyor romanın kartalından.

Brezilya’nın asker kökenli muhafazakar lideri Bolsonaro

Takımlara ve yıldız futbolculara yakınlığı ile biliniyor. Futbolcuların liderimize destek mesajları ile, toplumu daha çok etkilemeyi başarmış.

Dinamo Kiev ve Spartak Moskova

Sovyetlerin ideolojik temsilcisi iki kulüp. Şu an bile benzer bir kimlikleri var.

Verilen örneklerin bizim futbol kültürüne yakınlığını da, farketmişsinizdir. Ulusal güçten tutun da, desteğimiz tam mesajı veren futbolculara…

Aslında kulüplerin tavırları biraz da sadakat testine dönüşüyor. Bugün karşı olan yarın bambaşka bir noktada olabiliyor. Ya da bugün yanında olan, yarın bambaşka yerde. İktidarın, belediyelerin bu kadar futbola dahil olması da bu yüzden. Medyadaki saatlerce süren futbol tartışmaları, akan onca para da, diğer tartışmaları arka plana atmak için güzel bir perde. Türkiye ekonomisini düşünün. Bir de, bu sene transfer haberlerinin yoğunluğunu, gündemi ne kadar meşgul ettiğini ve konuşulan sayıları. Bizim gibi duygusal milletler, bu çok daha etkili bir yöntem.

Devletlerin, siyasetçilerin, iş insanlarının, medya patronlarının futbola bu kadar yatırım yapmaları da bu yüzden. Futbol sahada kalmalı deseler de, futbolun belki de %80’i saha dışı. Futbolun içinde görünmek aslında en kalpsiz insanların bile kalbine sızmak gibi bir şey. Eğer bu stratejik oyunu yönetebilirseniz. Yoksa tersi de olabilir.

Garip şekilde insan ailesine kızıyor, işine kızıyor, hükümete kızıyor, her şeyle bağını koparıyor ama futbolla bağını koparamıyor. Hem de karşılığı olmamasına rağmen. Bir politikacı için nasıl bir sadık kitle olduğunu düşünün.

Sonuç olarak futbol sadece bir oyun değil, toplum mühendisliği için inanılmaz bir deney aracı. Ufak bir ıslıklanmadan sonra tüm tribünleri dizayn etmenin, insanları fişlemek için elektronik bilet sistemleri zorlamanın sebebi de bu. Çünkü yönetemezsen, devrim bile ateşlenebilir. Açıkçası o kadar insanı bir araya toplayabileceğin başka da bir ortam gelmiyor aklıma.

Tüm bunlara rağmen futbol keyifli. Tüm bunları bilince daha da, keyifli geliyor bana. Sahada bir tiyatro döndüğünü de düşünmüyorum. Günümüz dünyasında her yerde olduğu gibi izlediğimiz şey şov. Tüm pisliklerin önüne çekilen bir vitrin.

,

Comments

Leave a comment