Sanat ve Mühendislik

Hayır, Leonardo Da Vinci’den bahsetmeyeceğim. Daha çok mühendisliğin, sanata ne kadar uzak olduğunu anlatacağım.

Photo by Krakograff Textures on Unsplash

Mühendislik eğitimin verdiği bir ego var ve birçok yanlış var. Mesela mühendisler sorun çözer. Bu doğru. Sorun çözüldükçe ego artar. Her şeyi yapabilirim. Matematik zekam var, matematik formüllerini kullanarak, insanların hayatını kurtarıyorum. Egonun sahibi matematikçiler ve fizikçiler olmalıyken, teoriyi pratiğe döken mühendisler oluyor. Bu da, bambaşka bir yanlışa itiyor. İşlevsellik. Hayata işlevsel bakıyor mühendisler. Her şeyin bir işlevi olmalı. Her şey net olmalı ve bir amaca hizmet etmeli. Teknoloji çağında, bu düşünce daha da pekişiyor. Hatta toplumsal bir algıya dönüşüyor. Hayattaki saçmalıklardan kaçışı da, ‘rasyonellikte’ aranıyor. Halbuki dünyayı değiştiren insanların çoğu, belki de tamamı, hayalperest insanlar. Sıradışı düşünen, çevresinde deli gibi görülen, sıradışı insanlar.

Okullarda resim ve sanat derslerini hatırlayınca aklıma iki şey geliyor. Birincisi, derslerin ‘doğru çizgi’, ‘doğru gölge’, ‘doğru perspektif’ ve ‘doğru boyama’ üzerine kurulması ve onlarca teknik anlatılması. İkincisi ise, ‘ne işimize yarayacak’ diye mızmızlanan çocuklar.

Düzenli çizmek, gerçeğe yakın taklit etmek, tekniği doğru uygulamak…Modern sanatın sevdiğim yanı, öğretilenlerin aksine daha çok dışa vuruma odaklanması. Muhtemelen bugün imrenilerek bakılan bir çok eser, resim ve sanat derslerini geçemezdi. Resim derslerinde, sanatın ne olduğunu hiç öğrenmedik diyebilirim. Hissetmedik, yakınlık kurmadık ve özgür değildik. Halbuki bugün sanattan bahsedenlerin, ilk söylediği şey, ÖZGÜRLÜK ve ÖZGÜNLÜK. Biz ise daha çok bunu öldürüyorduk. Yetenekliler ve yeteneksizler, kurala uyanlar ve uymayanlar. Sanatın doğasına aykırı bir eğitim. Dünyanın her yerinde de, böyle.

Modern sanat, mühendisliğin tam tersi gibi. Mühendislik, ‘işlev’ üzerine kurulu. Bir şeyin çalışması gerekiyor. Sanat ise çalışmak zorunda değil. Bir şey anlatmak zorunda değil. Çoğu zaman, bizi düşünmeye bile zorlamaz. Aksine tamamen algıyla ilgilidir. Herkesin, bambaşka gördüğü ve bambaşka hissettiği bir alan.

Geçen gün arkadaşa, ‘Heykel ve Animasyon’ üzerine çalışmaya başladım dediğimde, ‘Neden’ dedi. ‘Ne işe yarayacak’. Fikir heyecan vericiydi ama hiçbir işe yaramayacağı gerçeği ise kafa karıştırıcı ve hayal kırıklığına uğratıcı. Bunu hemen hemen birçok arkadaşımda yaşadım. Tahmin edeceğiniz gibi hepsi mühendis. Mesele ‘işe yaraması’ değil. Mesaj vermek de değil. Mesele algı. Zaten bunu güzel yapan da bu. Anlamsızca çizmek, denemek, sürecin keyfine varmak. Çıktı vermek bile değil ama insan emek verince, hoşuna giderek yaptığı şeyi de, sergilemek istiyor. Aklıma yazdıklarımı yayınlama kararı aldığım zaman geldi. Kendi kendime yazıyordum. Yayınlarsam, ‘ne düşünürler’ gibi bir soru vardı kafamda. Çok kötü tepkiler alırsam, ne olur? Yayınlamaya başladığım an ise, çok kötü tepkinin de, en azından bir tepki olduğunu kabul etmem oldu. Zaten beni, benden daha çok eleştiren ve kötüleyen birine henüz rastlamadım.

Herkes aynı esere baktığında, aynı şeyi görmez. Işığın ve doğanın özü bu. Kırmızı rek konusunda anlaşmaya varmamız, hepimizin aynı kırmızıyı gördüğü anlamına gelmiyor. Fiziksel olarak imkansız gibi. Hatta şu anı bile göremiyoruz. Gördüğümüz her şey, geçmiş. Doğal olarak baktığımız her şey aslında kendi tecrübemiz. Kimi sosyal mesaj çıkarır, kimi soyut bir duygu yakalar, kimi hiçbir şey anlamaz. ‘Boş bakmak’ bile başlı başına bir tecrübe aslında. İşlevsellikle eğitilen beynin, yaratıcılığı ne kadar öldürdüğünü düşününce, ‘boş bakmak’ bile aslında tek başına derin ve acınası bir konu.

Günümüz dünyası, ticari ve amaca yönelik işlerle o kadar doldu ki, işlevi olmayan her şey bize garip geliyor. Filmlerden mesaj bekliyoruz, eşyalardan hatta doğadan. Müziklerde anlam arıyoruz, resimden fonksiyon istiyoruz hatta yazının bile bir amacı olmalı diyoruz. Blog yazarken bile ‘mesaj verme’ kaygısı taşıyoruz; yoksa okunmayacakmış gibi. Halbuki yazarken kendimiz için yazıyorduk…

Kendi yazdıklarımı düşününce, bazen direk mesaj verirken, bazen ise tam tersi oluyor. Hayatı birebir anlatmıyorum, kurgulaştırıp ya da idealleştirip yazıyorum. Kimi zaman da, saf hayal gücü ile. Düşünüldüğü gibi saatler harcamıyorumi içimden geldiği gibi yazıyorum. O nedenle, bazen anlam bütünlüğü bile yok. Yazılar, tonlarca dil bilgisi hatasıyla dolu çünkü ikinci bir versiyonum olmuyor. Yazıp, yayınla tuşuna basıyorum. Yazdıktan sonra okuduğum yazı çok nadir. Okuyucu ise, yazarın tersine kişiliğe dair ipuçları arıyor. Kurgudan çıkarımının ardında gerçek bir insan arayışına giriyor. Bu kimi zaman doğru, elbette yazılan her şey, kendi tecrübelerimizle harmanlanıyor. Ancak ‘Bunu gerçekten yaşadın mı?’, ‘O dönem zorlandın mı’, ‘Her şey yolunda mı, canın mı sıkkın?’, ;Gerçekten böyle mi hissediyorsun?’ diye sorulduğunda genelde şaşırıyorum. Genelde, yazarken aklımdan geçenlerle alakası bile olmuyor. Mesela şu an Galatasaray akşam Fenerbahçe’yi yener mi diye düşünüyorum. Bir şey yazarken, bir eser yapılırken, şöyle bir şey yapayım da, herkes bir ağlasın, herkes korksun, herkes gülümsesin, herkes acı hissetsin diye yapan bir sanatçı olduğunu düşünmüyorum. Genelde, ‘sanatçı burada özgürlük duygusunu anlatıyor’ çıkarımı, izleyenin, okuyanın bakanın çıkarımı. Hapisteki adam elbette özgürlük teması işleyecek diye düşünmek, beynimizin bize sunduğu lineer düşüncenin ürünü. O adam, hiçbir şey düşünmemiş de olabilir. Kağıdı rastgele karalayıp, atmış da. O dönem çocuğu doğduğunda, sevinmesi beklenen bir sanatçının çizdiği neşeli bir tablo; aslında o hayata hiç hazır olmayışının ya da beklediği coşkunun yerine kedere bürünmesinin dışa vurumu da olabilir, ya da sosyal bir eleştiri.

Algı dediğimi şey, o kadar farklı ve o kadar özgün ki, bir odanın ortasına bırakacağınız bir kalem bile olduğu yerde milyonlarca hikaye çıkarır.

Bu yüzden ‘Sanatçı şunu demek istemiş’ cümlesi, ‘yazar bunu düşünmüş’ cümlesi çoğu zaman yanlış ve anlamsız. O an sadece yapılıyordu, sadece yaratılıyordu. Big Bang gibi, yeni bir evren yaratn büyük bir patlama aslında o yaratma anı. Duygu bile demek istemiyorum çünkü kelimelerle bir zindana kapatmış oluruyoruz.

Yine bu sebeple, ‘bu şarkıyı şöyle bir anda yazdım’ diye hikaye anlatan müzisyenleri de, ticari buluyorum. İlgi meraklısı ve kazanç beklentisi olan ticari müzisyenler olarak buluyorum. Ya da satırlarca açıklama ekleyen ressamları da.

Modern sanatta sevdiğim şey tam olarak bu:

  • Hiçbir şey anlatmak zorunda değil
  • Bir işe yaramak zorunda değil
  • Amaca hizmet etmek zorunda değil

Sonsuz dönen bir makara ne işe yarar?

Hiçbir işe. Ama oturup, saatlerce izleyen de çıkabilir. Aynı hareketten, farklı anlamlar çıkaran da. Tıpkı hayat gibi. Kimi zaman anlamsız ve tesadüfi, kimi zaman aracı iten motorun bir parçası.

O yüzden, ‘Neden?’, ‘ne için?’, ‘ne işe yarayacak?’ diye sorulduğunda bazen gülümsüyorum. Acımayla karışık bir gülümseme. İşlevsel beyinlerin dünyayı ne hale getirdiğini düşündürüyor. Bugün şikayet ettiğimiz, isyan ettiğimiz her şey işlevsel beyinlerin ürünü. İçimdeki işlevsel tarafla da yüzleşiyorum. Bazen üzüldüğüm nokta da bu:,

İşlevsellik, yaratıcılığı öldürüyor. Orijinalliği, heyecanı ve tepkiyi söndürüyor.

Vardığım nokta, ben de sanat yapacağım, bende yapabilirim değil elbette. Daha çok sanatı bahane ederek, kendime, insanın ve doğanın özüne yaklaşmak. Dünyayı gerçekten değiştiren insanları da, görebilmek. Üretme ve işlevsellik takıntısı yerine, ‘anlamsızlığın’ keyfini çıkarmak istediğim. Anlamsızlıkla, barışmak.

*mühendis zihnimin sanat çıkarımı bu. Ne kadar doğrudur bilemem. Yazarken, halen aşamadığım duvarlar, kıramadığım zincirler varmış gibi hissediyorum.

,

Comments

Leave a comment