Ahlaksızlık

Dün Alman meclisinde bir oylama oldu. Haftalardır süren, göçmen yasa tasarısı reddedildi. Tartışmaların temelinde ise CDU partisinin, anayasal gözetim altındaki ve ırkçı olarak bilinen Almanya için Alternatif(AfD) partisinin desteği olmadan bu yasayı geçiremeyecek olmasıydı.

Germany’s far-right AfD face mounting protests over plan to deport migrants | CNN

Binlerce insan. CDU-AFD birlikteliğini protesto etmek için sokağa çıktı,. Muhtemelen CDU başkanı Merz’in kafasında AFD’yi kullanmak var ama dünyadaki birçok örnek, populist partilerle oynanan bu tür bir oyunun tam tersine döndüğünü gösteriyor. Örneği bizde var zaten.

Yasa tasarısı şunu öngörüyordu:

  • Sınır kontrolü artırılacak ve mülteci girişi engellenecek. Sığınmacılar reddedilecek.
  • Aile birleşimi aylık 1000 kişi ile sınırlandırılacak.
  • Polisin, el koyma ve sınırdışı etme yetkisi artırılacak.
  • Sınır dışı edileceklerin işlemleri hızlandırılacak. Başvurusu reddedilen sığınmacılar için daha katı tarihler olacak.
  • Sınır dışı etme önündeki bürokratik engeller(kayıp döküman, kendi ülkesinin reddetmesi gibi) engeller kaldırılacak.
Photo by Leon Seibert on Unsplash

Neticede yasa tasarısı geçmedi. CDU içinde de, eleştirildi. Merkel de, kendi partisine sert bir eleştiri yaptı. Oylamada fire verdiler. Aynısı liberal parti için de geçerli.

Benzer bir tasarıyı tasarıyı Türkiye’de düşünüyorum. Herhangi bir şeye hayır diyebilecek bir meclis olmadığı gibi, sokağa çıkıp bu yasa tasarısını protesto edecek insan olacağını da düşünmüyorum. Olursa da, linç edilir; yasa tasarısına olan sempati artar vs.

Almanların tepkisinin ise temel sebepleri şunlar:

  • Ne olursa olsun, demokrasi düşmanı, Nazi özentisi bir partiyle iş birliği kabul edilemez.
  • AB politakalarına ve düzenlemelerine aykırı
  • İnsan haklarına aykırı
  • Almanya’nın en büyük sorunu göç değil. Ülkenin göçmenlere ihtiyacı var ve genel bir göç yasası nefret oluşturmaktan başka bir işe yaramıyor.
  • Almanya’nın ve dünyanın çok daha büyük sorunları var.
  • Almanya sosyal bir devlet.
  • Göç sorunu, insanların hayatları zehir edilerek çözülemez.

Türkiye’de bulunduğum süre içinde benzer bir cümle kurdum ve tepki gördüm. Genellemek daha kolay. Ekonomik, kültürel, sosyal ve fikirsel çöküşü mülteciye yüklemek çok daha kolay çünkü.


Yazının devamında konum göç olmayacak daha çok gözlemlerim üzerine olacak.

Photo by Maan Limburg on Unsplash

Alman sağduyusu, yalandan yere bir sağduyu gibi gözükse de, öyle değil. Bunu söyleyince hemen aklımız 1940’lara gidiyor. Ne sağduyu ama!

O dönem bu sağduyuya ne olmuştu? Bunu Türkiye ile alakası ne?

Hepsini toparlayıp yazmaya çalışacağım.


Öncelikle aklıma gelen bir yazıdan bahsetmek istiyorum.

https://eksisozluk.com/entry/55548297

Hindistan’ın efsanevi başkanı Abdulkelam’ın bizim gibi sorunlu coğrafyalar için en iyi örnek olabilecek mükemmel ötesi konuşması. Bir daha Atatürk gelmez diyoruz ama Atatürkler geliyor görmüyoruz.

Thalia.de

Yazıyı isterseniz okursunuz, okumanızı da tavsiye ederim ama kısaca Abdulkalam; ülkenin özgüvensizliğinden, insanların sorumluluk almak yerine başkalarını suçlamasından, medyanın karamsarlığından, yolsuzluktan, sistemi iyileştirmek için sandığa gitmekten başka hiçbir şey yapılmamasından, oturduğu yerden hizmet beklenmesinden, batı özentiliğinden, bir şeyleri iyileştirmeye çalışan insanların desteklenmemesinden şikayet ediyor. Yazıyı okuyunca, ne kadar da tanıdık şeyler olduğunu göreceksiniz.


Photo by Museums Victoria on Unsplash

Şimdi de Almanya’ya dönelim.

Birinci Dünya Savaşında büyük bir yenilgi almış ve aşağılanmıştı. Versay anlaşması, Almanya’nın Sevr’i gibiydi. Toprak kayıpları, askeri kısıtlamalar, ağır ödeme yükümlülükleri… Tüm bunlar Almanları, aldatılmış hissettiriyordu. Kendi liderleri tarafından satılmış hissediyorlardı. Bu nedenle Alman halkı, geleneksel elitlere ve demokrasiye olan inancını kaybetmişti.

Savaşın bir etkisi de, ekonomik krizlerdi. Hem yerel hem de küresel krizler. Bu krizler orta sınıfı ortadan kaldırmıştı. İşsizlik artmış, açlık artmış, insanlar umut etmeyi bile unutmuştu. Bu da, radikal ideolojilere olan ilgiyi artırıyordu. (Tanıdık gelmiştir)

Almanya, Weimar Cumhuriyet’i kurarak yenilenme çabasına girmişti.

Toplumsal liberalizmi savunuyordu. Kadın-erkek rolleri değişiyordu, eşitlik artıyor, cinsel özgürlük benimseniyordu. Kültür, sanat, politika anlamında yenilikçi kişiler ve deneysel işler destekleniyordu. Birçok gelenek demode olmuş ve dışlanmaya başlanmıştı. Muhafazakarlar ve modernizme tepkili kesimler ise bunu milli benliğin, milli kimliğin kaybedilmesi, disiplinin unutulması olarak görüyordu. Bu da Hitler’in yükselişini hızlandırıyordu. Çünkü Hitler, düzeni geri getirecekti. Biraz bugünün Amerikası’na da benziyor.

Photo by Natilyn Hicks Photography on Unsplash

Zaman içinde hem sokakta hem de yöneticiler düzeyinde politik çatışmalar da artmıştı. Naziler, komunistler ve diğer fraksiyonlar birbirleriyle mücadele halindeydi. Sokak kavgaları normalleşmişti.

Nazi Fırtına kıtaları(yarı askeri örgüt/güvenlik birimi), her geçen gün dozunu artırıyordu. Kanunsuzluk ve zorbalık normalleşiyordu. Benzer şekilde hükümetteki yolsuzluk da normalleşmişti. Rüşvet, bürokrasinin taraflaşması, kayırmacılık rutine dönmüştü. Populizm ise farklı bir ilüzyon yaratıyor ve Hitler’i çözüm olarak gösteriyordu.

18. yüzyılın sonlarından beri azınlıklar da suçlanıyordu. İlerleyen dönemde, ülkenin sorunları yüzünden Yahudileri, komunistleri ve diğer azınlıkları suçlamak normalleşmişti. (Düşen uçak üzerine Trump’ın, havalimanında çalışan siyahileri ve engellileri suçlaması gibi)

Anti-semitist hikayeler, komplo teorileri üretiliyor ve basın yoluyla servis ediliyordu. Benzer şekilde Nazilerin bu konular üzerine konuşmaları, teorileri desteklemesi de sağlanıyordu. (Günümüzün Tiktok’u, Facebook’ui Twitter’ı çok daha güçlü bir propaganda amacı.)

Propaganda dozu arttıkça, şiddet olayları, halkın kendi insiyatifi ve yargısı da normalleşiyor ve milli varoluş için gerekli görülüyordu. Resmi yargı da bunu destekliyordu.

Peki Almanlar işin devamındaki acımasızlığa nasıl tepkisiz kaldılar?

Birinci nedeni aşırı devletçilik ve devlete duyulan güven. Diğer bir sebep de, psikolojik olarak insanların kurallara olan yatkınlığı. (Bkz. Milgram Deneyi).

Şeytanlaşma sürecinin zamana yayılarak normalleşmesi de başka bir neden. Yahudi boykotları, Yahudi iş adamlarına karşı uygulanan resmi politikalar gibi. Mesela 1935 Nürnberg yasası, vatandaşlık sadece kan bağı ile olur diyor ve Yahudi vatandaşları vatandaşlıktan çıkarıyor. Aryan ve Yahudi arasındaki evliliği yasaklıyor. Yahudi iş verenlerin 45 yaşının altında Aryan işe almasını yasaklıyor. Yahudilerin, Alman bayrağı kullanmaları da yasaklanıyor. 1938’de ise dükkanlar yağmalanıp, insanlar saldırıya uğruyor, tepki gösteren hapse atılıyor. (Bkz. Kristallnacht)

Yani her aksiyon daha da normalleşiyor ve işin sonu en son Yahudi mekanlarını yakıp, yağmalanmasına, sokaklarda insanların avlanmasına kadar gidiyor. Türkiye’nin geçmişinde de, olaylar fazlasıyla oldu.

Başka bir sebep de, korku ve kendini koruma iç güdüsü. Çünkü eleştiri, yazı, konuşma, toplanma, protesto hapisle sonuçlanabiliyor. Yine hapis iyi. İlerleyen yıllarda, idam ve toplama kampı alternatifleri de türemiş. Doğal olarak insanlar tepki vermektense, bana dokunmayan yılan bin yaşaşın demeyi tercih ediyor. Şiddete destek vermese bile tepki de göstermiyor.

Yahudi, Slav ver diğer azınlıklarla olan psikolojik kopukluk da, bir başka neden. Bir yandan rejim tüm bu hedef grupları aşağılık olarak gösteriyor, öte yandan ortak herhangi bir zemin kurulmaya çalışılmadığı için empati duygusunu da ortadan kaldırıyor. Devamında gelen soykırım ise, böyle bir durumda yönetimsel bir etkinlikten daha fazlası olarak görülmüyor.

Yahudilerin bu kadar baskılanması, Almanlar için ekonomik bir avantaj da yaratmış. Evlerini, iş yerlerini boşaltanların yerini Almanlar alıyor. 2.Dünya Savaşının başlarında gelen askeri galibiyetler ise rejimin başarılı olduğu gibi bir algı yaratıyor.

Opportunism in business Stock Vector by ©Aleutie 105635460

Kısa bir özet geçersek:

Weimar Cumhuriyetindeki kayırmacılık, rüşvet, arka planda dönen hesaplar; demokrasiye ve adalete olan güveni sarsmış. Suç oranındaki artış, açık açık yapılan mafya ve çete hesaplaşmaları, fuhuş, kara borsa gibi faaliyetlerin artışı ve normalleşmesi istikrarsız bir atmosfer yaratmış.

Naziler ise bunun hesabını tamamen Yahudilere kesip; Yahudi bölgelerini yağmalayarak, mallarına el koyarak kendi zenginlerini yaratmış. (tüm bunlar da tanıdık gelmiştir. Günümüzde ve geçmişte birçok otoriter rejimde benzer şeyleri görmek mümkün)

Tüm bunlar ciddi bir ahlak çöküşüne sebep oluyor. Bu ahlak çöküşü gördüğünüz gibi bir anda değil, onlarca yıllık bir süreç. İnsanlar, küçük adaletsizlikleri kabul ettikçe, kendi lehine olana ses çıkarmadıkça, kendisi de bu çarkın bir parçası oldukça da, hızlıca büyüyen bir süreç. Sonunda ise savaş ve soykırıma kadar götürüyor. Aynı zamanda, ekonomik dezavantajların, sosyal sınıfların ve ayrımcılığın, propagandanın ve korkunun insanlara neleri kabul ettirebileceğine, insanları nelerin içine katabileceğine iyi bir örnek.


Şimdi de Türkiye’ye geçelim.

internet

Aslinda bazen kendime neden Türkiye ile ilgili yazma gereği duyuyorum diye soruyorum. Tercihimi yaptım, Türkiye’de yaşamıyorum ve yazdıklarım hep eleştiri. Nedeni sanırım ana dil, biraz özlem, biraz kırgınlık biraz da Türkiye’nin gözlerimizin önünde erimesinin verdiği utanç ve üzüntü.

Türkiye’deki ahlak ve gözlemlerimle ilgili yazmadan önce şunu da eklemek istiyorum. Yukarıdan da anlaşılacağı gibi ahlak dediğim şey en temel ortak ahlak. Muhafazakar ve zorlanan ahlak değil. ‘Gençler çok ahlaksızlaştı’daki ahlak değil. O konu bambaşka bir tartışma konusu. Kime göre, neye göre, ahlakın temelleri neler diye başlarsak uzayıp gider.

İkinci ekleyeceğim şey; kendime eleştiri.

İdealistlik için çok geç olduğunu düşündüğüm için, tercihimi farklı yaptım. Aslında eleştirdiğim ve eleştireceğim konularda ben de aynı çarkın parçası zaman zaman oldum. Mesela her zaman torpile ve tanıdık vasıtasıyla işe giremeye karşı oldum ve bu şekilde hiçbir işe girmedim. Diğer sektörler desteklenmediği ve çıkarılan ürünlerin anında sahada kullanılması sebebiyle etik olarak savunma sanayinde çalışmaya hep karşı oldum. Fakat üniversite kampüsünde büyüdüğüm için, hastanede hiç sıra beklemedim. Tanıdık sayesinde locada maç izledim. Eski milletvekili tanıdığım olduğu için, mecliste yemek yeme şansı yakaladım. Fiyatların uygun olmasını hem eleştirdim hem de biraz hak verdim ama tamamen alakasız şekilde orada olmam içimde etik bir çelişki olarak kaldı. Kısacası, aslında eleştiri şansımı da büyük ölçüde kaybettim.


Son 10 yıldır Türkiye’ye her gidişimde hissettiğim şey insanların vahşileşmesi ve kötüleşmesi. Hakları yenildikçe, hak yemeyi normal sayıyorlar. Ufak adaletsizlikleri mümkün olduğunca kullanıyorlar. Bu konuda hassas insanlar bile, ‘ben enayimiyim’ moduna geçmiş. Özellikle bunu kovalamasa da, fırsatı olunca da kullanmadan geçmiyor. Çünkü hiçbir şeyin adaletli olduğuna inanmıyorlar. Dolayısıyla ben neden saf gibi bekliyorum diyorlar. Özellikle işe girme konusunda bu standart gibi bir şey.

Trafikteki kaos her seferinde daha çok artıyor. Çünkü herkes eskiden olduğundan daha da bencil. Araçları, o insanların ego malzemesi. Aracın fiyatı, modeli, markası, hızı… Her şey bir statü göstergesi. Trafikte de, bu egoyu ezdirmek istemiyor kimse. Kurallar değil, egolar yarışıyor. Herkes kendi önceliğini düşünüyor. Düşünmeyen ise, çaresizliğe itiliyor. Gireceği kavşağa bile giremiyor.

Dünya herkesin kendi etrafında dönüyor sanki. Herkes gürültülü. Sanki kim daha gürültülü yarışı içindeler. Çevresini düşünen yok. Bu otobüse binerken de böyle, park ederken de, konuşurken de. Bir de, herkesin işine karışma kültürü var. Ankara’nın havası mıydı yoksa her yer mi böyle bilmiyorum ama sanki politik kutuplaşma yüzünden, herkes herkesin işine daha çok karışır olmuş. Hiç tanımadığı kişinin muhabbetine dahil olup, eleştiren bile gördüm.

Kafede oturuken, arka masaların hemen hemen hepsinde dedikodu yapılıyordu. Herkesin işine karışma kültürünün bir parçası. İnanılmaz eleştiriler. Saçından, kaşına, giyinişe, yürüyüşe, işe kadar her konuda böyle olmalı, yoksa bizden değil muhabbeti dönüyor. Ya da para muhabbeti ve çekememezlik muhabbeti. Birisi neden sürekli işini, işinin detaylarını ya da kazandığı parayı, aldığı eşyayı anlatır ki. Alınan ürün hep en iyisi. Bunu Almanya’daki Türk arkadaşlarda da hissediyorum. Bir şey yapılmışsa, hep en iyisi. daha iyi alternatif varsa önce kötülenir, sonra da elinde olanın en iyi yanları şişirilir sonra da ilk fırsatta daha iyi olana yönelinir. Tüketim kültürünün, cehalet ve gelişmekte olan ülke psikolojisiyle birleşimi.

Photo by JAFAR AHMED on Unsplash

Bir de insanlar her seferinde daha da yüzeyselleşiyor gibi geliyor. Dolgu, botoks, saç ekimi, kaş yapımı normalleşmenin de ötesine geçmiş. Yapmamak suç. Saç kesitrmeye gittim, çocuk saç ektirecek misin diye sordu. Zamana meydan okuyamam, hayatta daha önemli şeyler var dediğimde şaşırdı.

Dış görünüş neden bu kadar önemli. Neden herkes bu kadar ilgi peşinde varlığını buna bağlamış durumda? Bu şekilcilik sadece kişisel görünüşle ilgili değil, aynı zamanda sahip olunan her şeye verilen değerle ilgili. Yine aynı şekilde mekanlarla, mekanlara verilen değerle ilgili. Ne kadar pahalı o kadar iyi, ne kadara yeni o kadar iyi, ne kadar büyük o kadar iyi, ne kadar populer o kadar iyi, ne kadar talep ediliyor o kadar iyi. Daha da kötüsü insanlar çocuklarına da böyle davranıyorlar. Bir materyaliymiş gibi Ego materyali. Ne kadar başarılıysan o kadar iyisin, ne kadar bir şeylerle uğraşıyorsan o kadar iyisin. Bunun çocuklar üzerinde yarattığı stresi düşünen var mı? Sanmıyorum. Tersine sanki bu stres yanlışmış gibi, herkes böyle yapıyor diye teselli edilen gördüm.

Sokakta egolar yarışıyor. Kadınlar daha çok ne kadar ilgi çekerim diye yarışıyor. Erkekler ise populer kültürün kurbanı olarak, kas büyüklüğünü gösterme yarışına girmiş.

Televizyonu açtığımda da, karşılaştığım manzara farklı değildi. Dizi oyuncular birbirinin kopyası gibi. Haberleri sunanlar kadınsa, sanki giyinmeyin denilmiş. Konuşulan hiçbir konunun içi dolu değil. Sadece laf dalaşı. Politik olarak zaten insanların gözü zaten kapalı. İdeoloji bile yok. Fanatiklik var.

Reklamlara bakıyorsunuz sadece dış görünüş ve daha iyi nasıl tüketiriz, egomuzu nasıl beslerizden başka bir şey yok. İşe de yarıyor. Tüm bunlar normal karşılanıyor.

Bu ego çevreye de yansıyor. Her yerde çöp var. Eleştiriye cevap ise belediye halleder. Halledilmeyince de, belediye çalışmıyor.

Photo by Markus Spiske on Unsplash

Politik olarak birkaç şeyi tartışma fırsatı buldum. Durum değişmedi. Herkes birilerini suçluyor. Alternatif hiçbir görüşü kabul etmiyor. Herkes sistemden şikayet ediyor ama sistemin içinde kendisinin de bu yolsuzluğa katkı sağlandığının farkında değil. Mesela özel hastaneye gittik ve gelen geçen bahşiş bekliyor. İlginç değil mi? Oradakilere göre değil. Devlette de mi böyle diye sordum? Büyük ölçüde evet. Bahşiş yoksa iş de. Yenidoğan çetesini görünce vay insanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyor diye şikayet ediyor herkes ama o çetenin işi o noktaya gelmesine nasıl katkı sağladıklarının farkında değil.

Rüşvet normal, kimse rüşvet olarak algılamıyor. Hediye diyor, komisyon diyor, minnet diyor. Adam kayırmak normal. Tanıdık olmadan hiçbir iş yürümüyor. Adaletsizlik normal. Kimse zaten yargının çalıştığına inanmıyor. Yargı fakirler ve güçsüzler için var. Anti-demokrasi doğal. Herkes kendi koltuğunun diktatörü. Talimatlar havada uçuşuyor. Sıra kapmak, güç kullanmak falan zaten ufak tefek şeyler artık.

Para konuşmak, parayla statü göstermek, şov yapmak gayet doğal. Ayıp diye bir şey yok. Herkes herkesin ne kazandığını biliyor. Kültür, bilgi, bilgelik değil, parası olan ‘adam’ sayılıyor. Hatta parası olmayanla dalga geçiliyor. Profesörlük para etmiyor deniliyor.

Photo by Alexander Grey on Unsplash

Benzer şekilde işin ehline iş öğretmek doğal. Herkes en iyisini biliyor.

Zaten paran varsa tüm özellikler sende toplanıyor. Her şeye gücün yetiyor, her şeyi biliyor, her şeyi yapabilir oluyorsun. Fakirler ise ölsün.

Çete savaşları, aile içi şiddet, hayvanlara şiddet, vekillerin ticari avantaj sağlaması vs. her şey o kadar normal ki. Vekil adam, orayı alır diyen bile duydum. İnsanlar kendi yargısını dağıtıyor, bu da doğal. Vuran Türk, vurulan Suriyeli ise; normal. Tersiyse, mültecileri göndereceksin diyip geçiliyor. Ayrımcılık zaten normal. Herkes ‘ama’ cümleleriyle bu ayrımcılığı destekliyor.

Bana en garip şey, ispiyonculuğun doğallığı. Cimer denen sistem o kadar benimsenmiş ki, insanlara normal geliyor. Oraya yazılınca çözülüyor diyor. Neden oraya yazılmayınca çözülmüyor diye soran yok. İspiyon sistemi, insanların doğası olmuş. Kendi aralarında da, bu normal. Bunun tersi de normal. Şikayet almayan elindeki gücü kötüye kullanmayı ihmal etmiyor.

Hayatın her alanında örnekler verebilirim.


Türkiye’de bence iki kavga var. Birisi, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetle başlayan halk için ve halka rağmen yapılan reformların devam eden kavgası. Feodallarla rejimin, muhafazakarlarla modernistlerin, eğitimli elitle, eğitilmemiş halkın, rejimi kabul etmeyen azınlıklarla, rejim fanatiklerinin kavgası. Diğer, ise 2.Dünya Savaş’ı sonrası başlayan. ABD-Rusya, kapitalizmle komunizmin kavgası.

Stock-Vektorgrafik „Cold war of the USA and russia. US flag fist vs russian flag fist. American russian military confrontation. Vector flat icon for web banner, posts“ | Adobe Stock

Benim her geçen sene daha sık gördüğüm şey ilk kavgayı muhafazakarların kazanmaya başladığı ve modernizmin tamamen gerçekdışı olan ‘batılılık’ kalıbına sıkışıp kalması. Batı özentiliği kalıbından da çıkamıyorlar bir türlü. Kafalarındaki gibi bir batı yok. Batı dedikleri ne tam olarak o da belli değil. Tersine modernizm adı altında yozlaşmış bir fikri koruyorlar ve yaşıyorlar.

Muhafazakar taraf da aynı. Onlar da, dindarlıkla çağın gerçekleri arasında hiçbir ortadoğu ülkesinde olmayan bir yozlaşmaya mahkum olmuşlar. Dünyaya hakim olduklarını ve dünyanın kendi etraflarında döndüğünü zannediyorlar. Bir yandan da, rejimden aldıkları intikamı; eleştirdikleri her şeyi taklit ederek, en zevksiz şekilde yapıyorlar.

Photo by fikry anshor on Unsplash

İkinci savaşın kazananı ise açık ara kapitalizm ve neo-liberalizm. İnsanlar sadece tüketiyor. Ceplerinde para olsa da, olmasa da tüketiyor. Maddeleri, aileyi, sosyal ilişkileri, dizileri, filmleri, fikirleri, kültürü, yani ellerine geçen her şeyi tüketiyorlar ve tüketmeyi kutsuyorlar.

Birinci savaştaki iki cephenin belki de ortak noktası bu. Vahşi bir ego sahibi olmaları ve aynı vahşilikle tüketmeleri. Bu konuda bizle yarışan, Ukrayna, Rusya vardır. İkisinin de hali ortada. Açıkçası, son zamanlarda Türkiye kadar her şeyin bu kadar yüzeysel olduğu ve yüzeyselliğin bu kadar kutsandığı fazla ülke görmedim.


Tüm bunları toparlarsak, vardığım sonuç şu:

Türkiye, inanılmaz bir ahlaki çöküş yaşıyor. Tıpkı Rusya gibi. Nazi Almanya’sı gibi, ABD gibi. Güçlü bir sisteme sahip bir ülkeyseniz yine bundan kurtulma şansınız var ama değilseniz bu işin sonu ya iflas, ya bölünme, ya iç savaş, ya da Hitler Almanya’sı gibi hayallerden yıkıma hızlı bir dalış.

En başa dönersek; insan olmak için, duyarlı olmak için, sorunlara empati ile yaklaşmak için, insanlık ve demokrasi dışı yaklaşımlara tepki göstermek için Hitler Almanya’sının yaşadığını yaşamak gerekmiyor. Önümüzde yeterince örnek var. Dünya her ne kadar tekrar o noktaya gitse de, bireysel olarak bu akıma kapılmamak yine bireylerin elinde.

Basit bir örnek sokak köpekleri ile ilgili yasa. Buna gösterilen tepki, halen daha umut olduğunun bir göstergesi. Buna karşı tarafsız kalanların sayısı ise işlerin nereye gidebileceğinin. Bugün köpekler, yarın mülteciler sonra da karşı olan herkes. Bunu da yaşıyoruz aslında. Silivri soğuktur esprisi bile, hangi noktada olduğumuzun göstergesi ama bir o kadar normalleşti. Demokrasi ve insan haklarına yaklaşımımız, duvarların arasındaki isimlerin siyasi kimliklerine bağlı.


Biraz yüzleşme, biraz empati, biraz minimalizm, biraz alçak gönüllülük, biraz yardım severlik, biraz şükür, biraz farkındalık, biraz aksiyon. İnsanlığın tek ihtiyacı olan bu.

,

Comments

Leave a comment