Yeni Dünya ve Demokrasinin Çöküşü

Sanırım dünyanın her yerinde aynı. İnsanlar, iki kutba bölündü. Dünyanın en güçlü demokrasileri bile, sandıklara sahip çıkın seviyesine düştü. Dmokrasiye katılım, oy kullanan sayısıyla ölçülmeye başlandı.

Bir kutup; sosyal olarak duyarlı, dünyanın iyi bir yer olması için çabalayan, her bireyin temsili için uğraşan ama bu uğurda iyi ya da kötü ayrı yapmadan; sihirli sözcükleri söyleyen herkese gözü kapaı destek veren ya da vermek zorunda kalan bir kutup.

Diğer kutup ise; 20.yüzyı alışkanlıklarından ve demode görüşlerden beslenen, bunun teknolojiyle beraber büyük bir güc dönüştüren, sosyal olan her şeyden nefret eden, insanları birey olarak değil büyük yığın olarak gören, insanlara hayal satan, onların düşüncelerinin tehlikesini göz ardı ederek duymak istediklerini veren, yanlış bilgi yaymaktan çekinmeyen, para için her şeyi yapan tek derdi güç olan ve bu imaja gözü kapalı destek veren bir kutup.

Bu sene Almanya’da belediye seçimleri yapıldı. Anayasal gözetim altındaki, ırkçı parti hiç olmadığı kadar destekle, kayda değer bir güç kazandı. Seçim ve koalisyon denilince akla gelen 2. ya da 3. parti olarak yerini sağlamlaştırdı. Bu parti kadınların iş gücüne katılmasına, herhangi bir hak sahibi olmasına karşı. Göçmenlere karşı. Sosyal politikalara karşı. Çocukların eğitimine karşı. Öğretmen yetiştirilmesine, okullara giden desteğe karşı. Çevreye karşı. Emeklilik yaşını yükseltmek istiyor. İşçi haklarına karşı. Ev kiralarının frenlenmesine karşı. Tarım desteklerine karşı. Yoksul desteklerine, ifade özgürlüğüne, sanata, müziğe ve estetiğe karşı.

Aynı parti, tiktokta ise gayet demokrat görünme peşinde. Bana sorarsanız bunu beceremiyorlar çünkü alt metin okuyan herhangi birisi, ne ifade etmek istedikleri kolayca anlıyor ama siyaseti oyun sanan, ne seçtiğini bilmeyen kitle tabii ki bu numarayı yiyor. Mücadele ettikleri diğer taraf ise tam tersi. Sosyal politikayı, refahı, eğitimi destekliyor. İfade özgürlüğünü, kritik düşünceyi, insan olmayı destekliyor. Sosyal medya’da şov peşinde koşmuyorlar, çünkü insanların aklına güveniyorlar. Sonuç ise ortada.

Bu şekilde anlatınca tipik eleştiriler ve ezberletilmiş cümleler geliyor. Savaş, silah yardımları, küresellik… Anlamak güç. Benzeri ABD’de oluyor. Benzeri Türkiye’de 20 yıldır oluyor. Yani medya manipulasyonları, sosyal medya, fazlasıyla iş yapıyor.

Dünyanın herhangi bir yerinde küresel ısınma yalan diyen, bilime sırtını çeviren herhangi bir kişinin ülkeyi değil, herhangi bir şeyi yönetmesi canımı sıkıyor. Kafasını komplolarla bozan insanların bunu yapması canımı sıkıyor.

Birçok ülkede benzer tartışmalar var. Birçok kişi, nerede yanlış yaptık diye soruyor. Eğitimin neresinde yanlış yaptık, gelişimin neresinde yanlış yaptık da, bu kadar travma sonrası öne çıkan demokratik değerlerin sonucunda geldiğimiz nokta iki kutup oldu. Nasıl oldu da, bir anda olay doğası gereği oldukça dağınık, bir arada zor durabilen bir kutupla, neredeyse kemikleşen, her türlü saçmalığa onay veren kutbun yarışına döndü? Bu bile olayın artık yerel değil, uluslararası bir sorun olduğunu gösteriyor.

İnsanlık olarak geri gidiyormuşuz gibi hissediyorum. Bir yanda, çalışmak istemeyen, kolay para peşinde koşan, zihnini sosyal medya ve sinema çöpüyle dolduran bir nesil. Zamanının çoğunu hiçbir etkileri olayan boş şeylerle, dedikodu ve magazin haberleriyle geçiren bir nesil. Diğer yandan, dünyanın en büyük sorunlarını yaşamış neslin, dünyadaki barışa ve gelişime şahitlik etmiş, elinde olanla mutlu olan ama bir yandan da, tüketimin ve gelişiyor olmanın tadını, kaynaklar sınırsızmışcasına yaşayan bir nesil. Şimdi işler alışık olduğundan farklı gitmeye başlayınca, irrasyonel korkular dayatan bir nesil. Tüm bunların yanında gelişen teknoloji ve devleşen teknoloji şirketleri. Bütün bu kalabalığı etki altına almaya çalışan güç manyakları. Hepsinin sığındığı nokta da ifade özgürlüğü.

İfade özgürlüğünü o kadar yanlış anladık ki, herkes ifade özgürlüğü üzerine konuşur oldu. Bilginin hiçbir önemi kalmadı. Karşılıklı saygının, anlayışın hiçbir önemi kalmadı. Bunu algoritmalarla da, destekleyince, ifade özgürlüğü, ben duymak istediğimi duyarım. Anlamsız da olsa söylemek istediğimi söylerim buna kimse karışamaz oldu. Bu durumda, ifade özgürlüğü aslında sadece monolog anlamına geliyor. Çünkü sığınılan limanın aksine, karşı hiçbir görüş kabul edilmiyor ve kendi ifade özgürlüğüne saldırı olarak algılanıyor.

Örneğin, haklarını savunan azınlıklara demediğini bırakmamak ifade özgürlüğüyken, o azınlıkların kendini savunmak, seslerini çıkarmak için sokakta haykırmaları değil. Ya da sosyal medyada yanlış bilgi yaymak ifade özgürlüğüyken, o bilgiye karşı önlem almak değil.

İfade etmek, bir fikri, düşünceyi anlatmak demek. Yani önce fikir ve düşünce lazım. Fikir için ise, bilgi ve değerlendirme. Ne yazık ki bunların hiçbir önemi kalmadı artık. Doğru bilgi, internette en çok rağbet gören bilgi artık. Duymak istediklerini duyup onaylarsan o doğru bilgi oluyor. Ya da dahada tehlikeli bulduğum bireyerin konuşmalarının 1.ağızdan olduğu için bilgi kabul edilmesi. Populist politikacıların kullandığı nokta da, burası. Böyle oldu demeleri yeterli. Ya da birçok kez yaşadığımız gibi, birisi bir iftirada bulunuyor. Daha dava süreci başlamadan suçlu ilan edilip, lince uğruyor. Çünkü bilgi önemsiz.

Diğer bir sorun da, demokrasi algımız. Bu Türkiye’de daha da büyük bir sorun çünkü %50.1 ile %100 arasında hiçbir fark yok. %0.01 lik fark mutlak çoğunluk kabul ediliyor. Bunun durduracak, kontrol edecek, yapılanların ve yapılacakların önünde engel olabilcek hiçbir demokratik mekanizma yok. Ayrıca demokrasiye katılım da yok. Demokrasi, sadece oy kullanmak olarak algılanıyor. Bireyler genelde politik sürecin içinde yer almıyor. Yerel kararlara etki etmiyor, böyle bir isteği de olmuyor. Örneğin, yapılacak bir tesis için köydeki ormanların ve tarım arazilerinin yıkılması kararına karşı, orada yaşayan insanların hiçbir şey deme şansı yok.

Bir keresinde, bir yakınıma neye oy veriyorsun. Neye göre o kötü bu iyi diyorsun demiştim. Tipik olarak oy vermediği tarafı suçlarken, oy vereceği tarafın plan ve programından habersizdi. Anlattığı sorunları nasıl çözeceğini sorduğumda, hiçbir fikri yoktu. Suçladığı taraf şunları şunları diye anlattığı şeyleri, savunduğu taraf yapıyordu. Ya da seçim yatırımı olarak sunulan şeylerin, suçladığı tarafın yapmadığı iddia edilen şeylerin aslında yapıldığını, bazı noktaların yine suçladığı taraf tarafından da önerildiğini hatta önce onların önerildiğini bilmiyordu.

Öyleyse seçim dediğimiz şey, tamamen kör bir süreç. En iyi yalancıyı seçtiğimiz rasgele bir seçim. Okuma yazma bilmeyene kitap seçtirmek gibi. Sokaktan geçen birine, üretilen araba için mikro işlemci seçtirmek gibi. Öyleyse neden 18 yaş sınırı koyuyoruz. Bebekler de , dahil herkes oy kullanabilmeli. Hatta artık vatandaş gibi olan evcil hayvanlar da.

Demokrasi temsil edilmek değil. Demokrasi temsil etmek de değil. Seçme ve seçilme hakkı hiç değil. Parası olan seçilme hakkını kullanabiliyor. Parası olmadan bu hakkı kullanan ise, parası olanın kölesi oluyor. Bu da aslında, parası olanın neden seçilmek istediğinin yanıtı. Daha iyi bir network, daha çok güç ve bürokratik engellerden kurtulmak. Eğer seçilecek kişi ve yakın ailesi hiçbir iş yapamaz. Vekillik/bakanlık döneminde şirketleri temsilciler tarafından yönetilir, kişi ve ailesine ise maaş bağlanır denilse. Bugün mecliste 600 milletvekili çok fazla bunu 100;e indirelim diye paylaşırlardı.

Gerçekten temsil edildiğini düşünen var mı?

Ben, ne Almanya’da ne Türkiye’de temsil edildiğimi düşünüyorum. Türkiye’de fikirlerine katılmasam ya da belki sadece %10’u benim düşüncelerimle uyuşsa da, mecburi alternatifi desteklemek durumunda kalıyorum. Çünkü diğer alternatif gözükenlere atılan oy çöpten ibaret. Sırf bu nedenle seçim ittifakı olayını biraz olumlu bulmuştum ama seçim muhafazakar sağ iktidar ve yandaşlarına karşı, bir o kadar muhafazakar ama biraz modernist alternatifi savaşına döndü. Yani elma mı seçiyoruz, elma mı.

Almanya’da henüz oy hakkım yok ama bu işler biraz daha şeffaf ve mantıklı yürüyor. Federal meclis dışında, eyaletler meclisi var. Seçim ittifakları her şeye rağmen değil, demokratik değer esaslı. Her ne kadar arka planda başka hesaplar görüldüğü açık olsa da ve gördüğüm kadarıyla insanlar yaşadıkları çevreyle ilgili daha çok söz sahibi. Bu geçmişte yaşanan trajedinin tekrar yaşanmaması için uygun. Bürokrasi için ise negatif bir durum. Sosyal olarak, sistemin kendi frenlerinin olması genel olarka olumlu. Öyle olmasa onlarca insan Almanya’ya göçmek için yarışmazdı.

ABD sistemi de benzer. Kendi dinamikleri ve fren mekanizmaları var. Eyaletler genel olarak güçlü. Çoğunluk anlamında birçok saçmalık var ama kafasına göre anayasa değiştirme lüksü yok. Yargı bağımsızlığı ve gücü örnek düzeyde. Zaten bugün en büyük tehdit, güç meraklısı turuncu adamın bu sisteme verebileceği maksimum zararı verme peşinde olması.

Dünya nereye gidecek bilmiyorum. İnsanları ve tartışmaları gördükçe umudum daha da azalıyor. Tek bildiğim şey dünyayı ilgilendiren çok önemli sorunların, önemsiz güç yarışları kadar ilgi görmemesi. En son İspanya’daki selde insanlar, selin hükümet yüzünden olduğunu söylüyordu. Şaka değil. Bu insanlarla ne konuşulabilir ki. Ne yazık ki, bu insanlar dünyanın birçok yerinde çoğunluktalar ve sosyal medya yüzünden argümanlarını bak bizim gibi düşünen dünyanın her yerinde insanlar var diye destekliyorlar.

Savaşlar, açlık, küresel ısınmaya bağlı afetler, tüketim alışkanlıklarımızın yarattığı tahribat, yeniden hortlayan hastalıklar, kaynak sorunları kimseyi ilgilendirmiyor.

Bunlara bağlı göçen göçmenlerin gönderilmesi, hastalıkların komplo teorisi malzemesi olması, afetlerin geçiştirilmesi daha çok ilgi çekiyor. Yaşanan kaynak sorununundan çok, kaynak sorununun ortaya çıkardığı alternatiflerin kötülenmesi, et yememizi istemiyorlar söylemleri daha çok ilgi çekiyor. Çekilecek duvarlar, aşılara karşı anlatılan peri masalları, yapılacak duvarlar daha çok ilgi çekiyor.

Bence demokrasi ve özgürlükler insanoğluna fazla geldi. Teknoloji, insanı ileri götürecekken, geriye götürdü. Liberalizm yanlış anlaşıldı. İnsan doğadan koptukça, doğanın ne demek olduğunu unuttu ve hırslarının kurbanı oldu. İnsan, bu kadar içeriğe alışınca empatiyi kaybetti. İnsan olmayı da unuttu. Sadece kendini ilgilendirdiği zaman hatırlıyor.

Mesela Gazze’de olanlar, uzakta yaşayan bir kişinin empati yapabileceği bir şey değil. İnsanlar, kötü dese de, üzülse de, bir şeyler yapmaya çalışsa da aynı şekilde hissedemiyor. Ama orayı daha yakın hisseden Türkiye’de karşılığı çok daha fazla. Ukrayna savaşı da, Avrupa için benzer. Türklerin fazla empati yapamadığı, avrupalının ise yakından hissettiği bir savaş. Benzerini Çin’deki sosyal deneyler, Tayvan, Afrika’daki savaşlar, Avustralya’daki orman yangını, depremler, Güney Amerika’daki savaşlar, sorunlar için de söyleyebiliriz.

Binlerce yıl önce demokrasi hangi hastalıkları yaşıyorsa, aynı hastalıkları yaşıyoruz. Yüzlerce yıl önce bilim hangi sorunları yaşıyorsa onu yaşıyoruz. Tek farkımız, kullandığımız araçlar.

Umarım bu 20. yüzyıl dalgası hızlı bir şekilde geçer. 20.yüzyılı görmüş politikacılardan, onların görüşlerini savunan insanlardan, bilime sırtını çeviren çoğunluktan kurtuluruz ve gerçekten kafamızı açar ve gerçek sorunlar üzerinde konuşuruz. Dünyada, yeni bir dünya savaşı çıkacağını düşünmüyorum ama savaşlar, afetler hep dibimizde olacak gibi.

,

Comments

Leave a comment