Bugün öylesine yazmak istedim. Konusuz, hedefsiz, özensiz. Tamamen öylesine. Hoş özendiğim yazıları okurken, gözlerim kanıyor ama düşünün o kadar bile özenmeye niyetim yok.
Belki de, günlüğe yazacağım şeyi buraya yazıyorum. Biraz ilgi merakı mı? Belki. Ya da tamamen monolog olmasın, iyice kendimi dışarıdan birisi hissetmeyeyim diye.
Son aylarda, hatta yıllarda üzerimde olan yorgunluk geçen hafta patladı. Ben, hiç sevemedim bu yetişkin hayatını. Uzunca süren eğitimimin ardından, hedeflerden, öğrendiklerinden iyice uzağa sürüklenen birisi olarak, yetişkin hayatını büyük bir monotonluk olarak görüyorum. Hayallerin, hedeflerin öldüğü, yaratıcılığın azaldığı, birbirini seyreden 4–5 tane tekrarın, herkesle aynı olan döngülerin toplamı. Öylece ölümü bekliyormuş gibi, ama farkında olmadan. Nasılsın sorusuna: ‘iyi diyelim iyi olsun’, ‘öyle yaşayıp gidiyoruz işte’, ‘standart’, ‘çok şükür’ diyen bir milletin üyesiyim sonuçta.
Yoruldum. Bunu dile getirince genelde aldığım cevaplar, ‘genç adamsın bu ne yorgunluğu’, ‘sağlıklı adamsın neyin yorgunluğu’, ‘sen yorgunsan biz ölelim’, ‘sen yorulma görmemişsin’ gibi genel geçer cümleler.
Daha yetişkenliğin diğer monoton görevlerine ulaşamadan yoruldum. Düşünüyorum. Şu an ailem olsa, çocuklarım olsa ne olurdu diye. Heralde sevmediğim bir işe mecburen gidip gelmeye devam eder, en azından karnımızı doyuruyoruz diye kendimi kandırır, arada da ailemle dışarı çıkar, eşimle başbaşa bir yerlere gider ve buna hayat derdim. İçten içe, kendimi yer dururdum.
Hayatımda ne kötü gidiyor diye düşündüğümde ise, normal şartlarda pek de bir şey söyleyemem. İyi bir işim, iyi bir maaşım, iyi koşullarım var. Eee daha ne istiyorsun? Yorgunlukten kurtulmak istiyorum. Bunun da, tek yolu her şeye rağmen isteklerimin peşinden gitmek, ben olmak. Belki de, ‘ben’ olmakta zorlandığım için yoruldum.
Son bir haftadır bu yorgunluk, çığrından çıktı. İş arasında koşa koşa doktora gittim. Yorgunluğumun sonucunda yaşadığım ağrıları, sağlık sorunlarını anlattım. Belki de 1 yıldır yaşadığım her şey bu yüzden dedim ve izin aldım. Böyle bir lüksüm var. Aslına bakınca hayatım güzel.
Yıllarca insanlar beni her şeyden şikayet eden, kendini fazlasıyla yeren ama pozitif bir insan olarak tanıdı.
O kadar yorgun olacağım ki, artık gördüğüm en negatif insansın diyorlar. Düşününce, buna katılıyorum. Artık hiçbir şeyden zevk almıyorum. Halbuki, kendisi gelmesin diye koyulan tellerin/çivilerin içinde ‘alın size’(in your face) dercesine, yuva kuran güvercini görünce gülümseyen; bulutları farklı farklı nesnelere benzeterek eğlenen, gölgelerle oynayarak mutlu olan, yıldızları izlerken zamanı mekanı unutan, kahve köpüğü üzerinden hayaller kuran bir adamdım.
Şimdi ise zevk aldığı hiçbir şeyden zevk almayan, yeni hiçbir şey yapmak istemeyen, hayatında her şeyi yaşamış, bitirmiş ve sanki hiçbir şey kalmamış gibi hisseden birine dönüştüm. Robot gibi, iş ve ev arasında mekik dokuyup durdum. Çok sevdiğim seyahetler bile bu sene tat vermedi. Mutlu insanları görünce neden diye sorar oldum. Ne bu kadar komik ya da ne bu kadar iyi olabilir ki, mutlusun?
Zaten hayatı standby modunda yaşayan ve anlamsızlıkla boğuşan bir insanım. Neşeyi de, kaybedince geriye bir şey kalmıyor. Yaptığım her şey görev gibi geliyor. Zorla yapılan şeyler. En kötüsü ise, sürekli çevremdekilere bir şeyler açıklamak zorunda olmam. Kötü hissediyorum ve hiçbirinizi görmek, hiçbirinizle konuşmak istemiyorum diyince kabul görmüyor. Aksine, gereksiz bir acıma ve dahiyane ‘biraz dışarı çık rahatlarsın’ çözümleri geliyor. Daha da deliriyorum. Belki de, bu yüzden buraya yazıyorum. Belki okurlar ve yüzlerine söyleyemediklerimi; burada haykırmış olurum.
Sonunda patladım ve evde oturuyorum. Yakında işten de ayrılıp biraz kafamı dinleyeceğim. Maddi baskı ise umrumda değil. Biraz içime kapanmak, rutinlerden uzaklaşmak iyi gelecektir diye düşünüyorum.
5 gün önce doktorla konuştuktan sonra, aylardır arka planda yaptığım işlere daha da yoğunlaştım. İşi bırakma kararım, sanki çoktan ayrılmışım gibi bir moda soktu beni. Aylardır arka planda uğraştığım, zamana aşırı yayıldığı için sonsuzluğa giden işlere yoğunlaştım. Hem keyif almaya başladım hem de, beynimin erimediğini, aslında fazlasıyla çalıştığını farketmeye başladım. Dikkat dağınıklığımın yarattığı stres azaldı. Bir şeylere odaklanabileceğime tekrar inanmaya başladım. Sisler dağılmaya başlıyor, fikirler yavaş yavaş geri geliyor ama halen oldukça yavaş. Sabahları uzunca yürüyorum. Buz gibi hava suratıma vurdukça son yıllarda unuttuğum yaşama hissi geri geldi. Evet, yaşıyorum, düşünebiliyorum.
Dün merak edip, ortalığın ayağa kalktığını düşünerek maillerime bakınca ise bir anda kara bulutlar geri geldi. Kalp atışlarım hızlandı, nefesim daraldı. Beyin ne ilginç değil mi? Modumuz ne kadar hızlı değişebiliyor, fiziksel hafıza nasıl da, bizi içine çekiyor?
Hiç mi stres görmedin hayatında diyebilirsiniz… Cevabım şu olur. Kimi insan fazla sosyal olunca strese girer, kimisi sessizlikte. Ben, aşırı sosyallikle strese girenlerdenim. Fakat tüm bu sıkıntıların sebebi, sosyallik değil, belirsizlik. Hedeflerden sapmışlık, monotonluk ve yaratıcılığın yok olması. Tüm bunlar, beni yıllardır boğuyor, en son dank etti. Dayanılmaz oldu. Yoksa benimle çalışan, dünyadan habersiz arkadaş için hava hoş. Ünvanıyla mutlu, bir şey bilmemek canını sıkmıyor. Aksine saçma bir mutluluğu var.

Son günlerde, modum biraz yükseldikçe, bunun da üzerinde düşünmeye başladım. Aklıma bir anda Mirkelam geldi. Sonra dedim ki, ‘aklıma yine Mirkelam geldi. Neden?’. Stres durumlarında aklıma hep Mirkelam gelir. Biraz Athena gelir. Bir de Özkan Uğur gelir. Bir gün panik atak geçirirsem, bana bu kişilerin şarkılarını açın.
Bu kişilerin ortak özelliği ne peki? Neden aklıma bunlar geliyor. Oturdum, çayımı ve kahvemi aldım, bunu düşündüm. Kadın sanatçı gelmiyor mu diye de, düşündüm. Özlem Tekin ve Nil Karaibrahimgil geldi. Sonra biraz daha düşündüm. Bu kişilerin video klipleri geldi aklıma.
Müzikten çıktım, kitapları düşündüm, filmleri düşündüm, rol model olarak aklıma gelen insanları düşündüm. Okuyunca etkilendiğim tarihi karakterleri, etkilendiğim biyografileri…
Hepsinin ortak bir özelliği olmalı. Sonunda buldum. Hepsinin ortak özelliği, kendi olmalarıydı. Hatayı çocukluktan yapmışım. Kendi yoluna giden, kendi tarzı olan, toplumun zıttına yol alan herkes dikkatimi çekmiş, bu tip herkesten etkilenmişim. Anlayınca bir rahatlama çöktü içime. Garip bir hafiflik. Gerçekten de, beni boğan monotonluk, ünvanlar ve monotonluğun içindeki anlamsız gurur olmalı.
İçimdeki rahatlama bana yine Mirkelam açtırdı. Kulaklığı taktım ve koşmaya çıktım. Türkiye’nin en çabuk unutulan, olması gerekenden az değer gören sanatçıların arasında başı çekiyor olabilir.

Leave a comment