Dün bir anime film izledim. ‘Ateş böceklerinin mezarı’.
Son derece etkileyici ve oldukça hüzünlüydü. Saçma sapan hollywood kahramanlık filmleri yerine, bu tip filmler izletilmeli savaşı oyun zannedenlere. Gerçekten savaş karşıtı filmler listemde başı çeker.
Film özetle, ikinci dünya savaşında Japonya’nın bombalanması sonucu, evini ve yakınlarını kaybeden iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Erkek çocuk, kız kardeşiyle yalnız kalıyor ve önce halalarına yerleşiyorlar. Daha sonra da, oradan ayrılıp kendi başlarına hayatta kalmaya çalışıyorlar.
Elbette her zaman olduğu gibi aklım bambaşka yerlere gitti filmi izlerken. ‘sevgi’ konusuna.
Halalarında kalırken, halaları önce annelerinden kalan malzemelere çöküyor. Daha sonra da, büyük bir minnet duygusu bekliyor. Bir sahnede, abi-kardeş piyano çalıp şarkı söyleyip, savaşın hüznünü unutmaya çalışırken; hala, benim çocuklarım bu ülkeye hizmet ediyor(asker, gönüllü) siz burada şarkı söyleyip eğlenemezsiniz diyor. Düşüncelerimi tetikleyen sahne, tam da bu oldu.
Hepimizin çevresinde vardır böyle insanlar. Gülme diyen, sesli konuşma diyen, neşenizden haz almayan, şimdi sırası mı diyen… Zaten kötü bir gün geçiriyorum bir de seni çekemem diyen, gününüzün içine edercesine surat asan, eleştiren insanlar. Yoksa şanslısınız ama vardır kesin. Hatta ülke bazına da görüyoruz bu tip keyifsiz insanları. Cenaze evinde düğün mü olur?
Doğru olmaz. Peki ya her gün cenaze varsa?
İnsanlar nasıl bu kadar neşeden, mutluluktan ve sevgiden uzak olabiliyor anlamıyorum. Başkasının mutluluğu neden rahatsız eder ki?
a) Kendi mutlu olmayı başaramadığı için
b) Hayatının mutsuz geçen yıllarını geri alamadığı için.
Doğru şık hangisi emin değilim. Belki ikisi de, belki daha da fazlası ama mutluluktan, hazdan, sevgiden bu kadar uzak durulmamalı.
Bazen haberlerde de görüyoruz, el ele tutuşan çifte saldırı. Metroda öpüşen çifte hakaret vs. Bu nasıl olabilir? Neden?
Filmde dikkatimi çeken bir şey de, sevginin ne kadar saf bir duygu olduğunu gösterme şekilleriydi. Abi-kardeş arasındaki bağı güzel anlatıyordu. Böylesine basit bir sevgi neden zor?
Neden zor diyorum çünkü, sevginin anlamını unutuyoruz. Sosyal beklentiler, sınırlar, gelenekler en basit duygu olan sevginin üstüne çıkıyor. Sevmenin basit bir duygu olduğunu unutuyoruz. Sevgi bağının kuvvetini de.
Bu bağ, abi-kardeş bağıysa, farklı görüyoruz, iki partner arasındaysa farklı. Özünde ikisi de, aynı aslında. Sadece birisinde cinsel dürtüler ve arzular da rol oynarken diğerinde oynamıyor tek fark bu.
‘Beni Adınla Çağır’ filminde mesela eş cinsel bir ilişkiyi anlatıyordu. Yine oldukça basit anlatılmış. Karakterin hissettiği sevginin ne kadar normal olduğu işlenmiş ki, öyle. Birisi böyle bir çekim hissediyor, böyle bir istek duyuyor ve bağ hissediyorsa önünde ne durabilir ki?
Fakat sevginin bu saf halinden o kadar uzaklaşmışız ki, merkezdeki sevginin yerine nefret koyacak kadar ileri gidebiliyor kimisi. Geleneksel, toplumsal, sosyal baskı, nefrete dönüşüyor. Toleransı geçtim, sıfır tahammül oluyor. Bence bunun sebebi kendi içindeki sevgisizlik. Belki kimisi aslında içindeki sevgiyi, karşı cinse bile aktaramıyorken, hem cinsinin böylesine mutlu olmasını kaldıramıyor. Kimisi de, karşı cinse olan isteksizliği konusunda kendine karşı cesur olamıyor. Toplumsal kodlardanm korkuyor ve bu korku nefret olarak dışa vuruyor.
Durum böyle olunca da; gençlerin sevgisi, eş cinsellerin sevgisi, çocuklarının sevgisi her şey batıyor.
Kendi iişkilerimizde de, belki bu frenlemeyi ve baskıyı yaşıyoruz. Sevginden önce gelenekleri koyuyoruz. Evlenmenin, aile sahibi olmanın bir hedef olması gibi. Sevgi kısmını görmezden gelip, mutsuz ailelere, mutsuz çiftlere dönüşüyoruz. Çünkü bizim için ürün önemli. Sonra da, boşanma çok yaygınlaştı, toplum bozuluyor, bunlar büyük biraderin oyunları falan diyenler çıkıyor. Bunu derken, politik sevgilerinin, futbol sevgilerinin, saçma sapan şeylere olan sevgilerinin farkında bile değiller.
Ya da sevgisizliğin ortaya çıkardığı canavarları izliyoruz. Bıçaklananlar, ölü bulunanlar, istismara uğrayanlar…
Bunlar yetmezmiş gibi yargılıyoruz da. Çok yakışıyorlar, hiç yakışmıyorlar, onunla nasıl beraber oluyor, ondan yaşlı, bundan genç, dini şu, dili de bilmez, kökeni şuymuş, oradan adam çıkmaz, buradan kadın çıkmaz, çocukları yokmuş, çocuk istemiyorlarmış… bak sen… gibi tonlarca önyargıyla yorumlar yapıyoruz. Halbuki tüm bunlar sadece sevginin odağı olan kişiyi ilgilendiren şeyler. Bunu kabullenmek neden bu kadar zor?
Bir arkadaşımın babası şöyle demişti:
Psikoloğa gitmek de, moda oldu. Eskiden psikolog mu vardı?
Aslında sorun tam olarak da bu. Eskiler gitmediği için ya da modern psikoloji o zamanlar gelişmediği için bugün psikologlara olan talep fazla.
Sevgi konusu da benzer. Sevgisiz büyüyen nesillerin çocukları yüzünden, dünya sevgiden bu kadar uzak. Diyeceksiniz ki, o kadar savaşın arasında sevgi mi olsun?
Avrupa’ya ilk geldiğim zaman sevgi, hoşgörü gelişmişlik göstergesi zannederdim. Sonra farkettim ki, değilmiş. Çok fakir ülkelerde, hayali bile kalmayacak kadar kaybetmiş yerlerde de, sevgi dolu insanlar, hayata sevgiyle bakan insanlar var. Sevgisizlik belki de, bizim topraklara özgü bir şey.

Leave a comment