Her sabah kalkıp, işe gitmek; 8–10 saati işle geçirmek; kalan küçücük vakti televizyon, sosyal medya, yeme-içme ve diğer derinliği olmayan şeylerle geçirmek hayat sayılabilir mi? Peki böyle bir hayattan, mutluluk beklemek zeki bir insanın yapacağı bir şey mi?
Daha önce Kendini Nasıl Tanırsın serisinde; mutluluğun ulaşılacak bir nokta olmadığını, öyle olsa dünyada mutlu insan sayısı bir elin parmaklarını geçmeyeceğini belirtmiştim.
Peki neden mutluluk arıyoruz?
Aslına bakarsanız, mutluluk dediğimiz şey dopamin, serotonin, oksitosin, endorfin gibi hormonlarla ve duyguları işleyen prefrontal korteks ve amigdala ile ilgili. Yani biraz kimyasal biraz da elektrikle mutlu olunabilir.
Neden mutluluk arıyoruz sorusunu cevabı bu değil elbette. Bunlar sadace mutluluğa giden kısa yollar. Biraz da evrimsel açıdan bakalım. Neden bu hormonlar ve sinir devreleri var. Bunlar olmasa, kaya gibi takılsak olmaz mıydı?
Mutluluk hissi, aslında insanın hayatta kalma ve üreme isteğini artırıyor. Binlerce ve milyonlarca yıllık evrilmenin ardından değişen pek bir şey yok. Beynin ödül mekanizması; yemek yedikçe domanin pompalıyor, sosyalleştikçe sizi gevşeten oksitosin salgılıyor, cinsel ilişki ve aile yoluyla da koruma ve sahiplenme içgüdünüze oynayarak mutluluk salgılıyor.
Mutluluk arttıkça da; insanın problem çözme isteği artış gösteriyor, sorunlara karşı daha şevkle mücadele ediliyor. Benzer şekilde sosyal adaptasyon gelişiyor, insanlara ve birbirine karşı güven, bağlılık, empati de güçleniyor.
Kısacası, mutluluk arayışımız, biyolojik bir sürecin sonucu.
**politik mesaj**
Irkçı, aşırı milliyetçi, muhafazakar insanların mutsuz ve başkalarının mutluluğunu çekemeyen insanlar olduğu düşüncemin, evrimsel açıklaması da bu. Not: Muhafazakar, sadece dindar demek değil. Ateist olup, kendi değerlerini mutlak doğru olarak kabul eden, diğerlerinin mutluluğundan, hayat tarzlarından rahatsiz olan, başkalarının yaşam alanına karışma arzusu duyan kimseler de, muhafazakar.
**politik mesaj bitti**
Neden mutlu olamıyoruz ya da neden mutlu olmak bu kadar zor?
Yoo, gayet mutluyum diyorsanız, bu satırdan sonrasını atlayıp sırrınızı yorumlara yazınız.
Mutsuzlar için devam edelim:
En büyük sebeplerinden bir tanesi, basit dopamin ve serotonin kaynaklarına bağımlılığımız. Sosyal medya, tüketim, herkes gibi olma(makyaj, giyim, ilgi alanları gibi), eğlence kültürü, oyunlar, televizyon, şeker, alkol, sigara, uyuşturucu, para vs… Birçok günlük alışkanlığımız, beynimizin ödül mekanizmasını allak bullak ediyor. Mutluluk eşiğimiz de, artık arşa çıkmış durumda. Cennet gerçek olsa, mesih gökten inse bir dindarı mutlu edemezsiniz; dünyaları versen de bir ateisti. Yarın herkes süper kahramana dönüşse, yine mutlu olmaz ama Uzi dinleyerek mutlu olabilen milyonlar var (büyük sırrı çözenler).
Sırrı çözemeyenler ise tekrar tekrar bocalıyor. Deniyor deniyor olmuyor. Bağımlılığın, kendilerini ne kadar çaresiz hale getirdiğinin farkında değilller. Bu bağımlılıklar; bizleri ya tamamen umursamaz bireylere dönüştürüyor ve ister istemez soyutluyor. Ya da ilgi meraklısı manyaklara dönüştürüyor ve farkında olmadan yaptığımız kıyaslar mutsuzluğun besini oluyor.
Sosyal medyada, normal kullanımda bile en az 3 saate geçiriyoruz. Timeline’da akıp giderken, komik videolara bakarken, otobüste, durakta beklerken; arkadaşımız muhabbet arasında tuvalete gittiğinde, biz tuvalet arası verdiğimizde, fotoğraf çekmek için telefonu elimize aldığımızda, saate bakmak için telefonu kaldırdığımızda ister istemez sosyal medyaya bir şekilde elimiz gidiyor. Bu durum hem zihnimizi ve dikkatimizi etkilerken, hem de hayattan beklentimizi etkiliyor.
Zihnimiz, hormonal ve fiziksel olarak etkileniyor. Bazı hareketler reflekslere, alışkanlıklara dönüşüyor. Vücudumuz istemsiz şekilde telefona dokunmak, sosyal medyaya girmek istiyor. Aslında uyuşturucu bağımlılığından, sigara bağımlılığından hiçbir farkı yok.
Telefona her baktığımızda tonlarca bilgi akıyor. Zihnimiz bu bilgilerin hepsini elbette süreçleyemiyor. Fazla yükleniyor ve tarayıca açılan tonlarca sekme gibi arka planda sürekli bu süreçler yenileniyor. Sonuç, tarayıcı gibi hata veriyoruz. Beynimiz ‘bekle’ diyor ama hormonlarımız beslenemediği için bu bekleme bize stres ve gereksiz yoğunluk olarak geri dönüyor.
Saniyede bu kadar bilgi aldıkça, beynimiz bu bilgi akışına alışıyor. Hayattan beklentimizin değişimi de, burada başlıyor. Her şeyin hızlı akmasını istiyoruz. Hayatımızdaki iyi şeyler, beklediğimiz şeyler hemen gerçekleşsin, ulaşmak istediğimiz hedeflere hemen ulaşalım istiyoruz ama hayat bu hızla akmıyor. O hızın milyonda biri kadar bile akmıyor olabilir.
Olumsuz şeylere karşı tepki geliştiriyoruz ve mükemmeli arıyoruz. Çünkü sosyal medyada paylaşılan hikayeler, tatil fotoğrafları, özçekimler hep en iyisi. Çektiğiniz fotoğrafların en iyisi, görebileceğiniz fotoğrafların en iyisi. Genelde paylaşan kişinin en iyi anları. Negatif şeyler de öyle. Negatifin en negatif hali, en etkileyici hali. O nedenle hep iki kutup arasında düşünüyoruz ki, bu da insan beyninin hayatta kalmak için uyguladığı basit bir yöntem. Ya 1 ya da 0. Ya o ya da bu. Ancak gerçek hayat böyle değil. Ulaşabileceğiniz bir mükemmel yok.
Kıyaslama yapıyoruz. İzlediğimiz başarı hikayeleri, kariyerler, aile hayatları, ilişkiler, arkadaşlarımızın durumu, paylaştıklarıyla kıyaslıyoruz. Viral olan şeylerler kıyaslıyoruz. Doğal olarak hep olmak istediğimiz bir imaj oluşuyor. O imaja uymazsak, yanlış yapıyor gibi hissediyoruz. Biraz da, pazarlamanın doğası gereği standartlaşıyoruz. Giyimimizden, gzdiğimiz yerlere, çektiğimiz fotoğraflara hatta görünüşümüze kadar ‘moda’yıl takip ederek özgünlüğümüzü kaybediyoruz. Herkes gibi olmaya çalışıp, farklılığı dışlıyoruz. Ya da farklılığı bile yine sosyal medya normlarında tanımlıyoruz. Sonuç olarak da, spor denince akla spor salonu, yaz diyince deniz fotoğrafları, kış diyince kar ve kayak, estetik diyince dolgu dudaklar, memeler, yükseltilmiş kalçalar, desteklenen göğüsler, baklava dilim karın, geniş omuzlar, oldukça özenilmiş saçlar, makyajlı yüzler, kusursuz görünüş geliyor. İlişki, finans, kariyer, müzik, sanat her alanda bu böyle. Mesele iyi enstrüman çalan birine ilk tepkiniz ne oluyor? Çok yetenekli, kesin ünlü olur… Çünkü kafanızdaki başarı kriteri bu. Aynısı kendi imajınız için de geçerli. Gördüğümüz, duyduğumuz, maruz kaldığımız şeyler o adar normalleşiyor ki, aslında manyakça olan kriterleri normalleştirip, kendimizi yargılamaya başlıyor ve tüm hayallerimizi dahil bu kriterler çerçevesinde değerlendiriyoruz. Bu şekilde mutlu olabilmek mümkün mü?
Yalnızlaşıyoruz. Erişebilirlik arttıkça, daha çok ‘sosyalleştikçe’ daha da yalnızlaşıyoruz. Hayata bakışımız daha da yüzeysel bir hal alıyor. Her şeyin daha iyisi var, her şeyin yeri doldurulabilir, biri gider biri gelir gibi bir yanılgı içine düşüyoruz. Kafamız hep sahip olmadıklarımızda. Çünkü tüketim kültürü bunun üzerine kurulu. Sahip ol ve özel hisset. Hep daha iyisini yap, daha iyisine sahip ol ki, farklı olasın. İnsan ilişkilerinde de aynısını düşünmeye başlıyoruz. Sahip olmadıklarımız daha çok cezbediyor. Mutsuzluğumuzun sebebini, sahip olamadıklarımıza indirgiyoruz. Şu olsaydı, iyi olurdu. Bu olsaydı iyi olurdıu. Şunu yapsaydım, daha iyi olurdu. Şunu başarırsam, daha iyi olur. Sorunum çözülür. Sonunda ise sürekli bir kıyas, kendi gerçeklerinden ve kendinden uzak; yaptıklarıyla, çevredekilerle, elinde olanlarla derin bağlar kuramayan bireylere dönüşüyoruz. Bu da bizi ilgi merakına getiriyor.
İlgi arıyoruz. Arkadaşlarımızla yaşadığımız anıları, anında fotoğraflayıp sosyal medyaya atıyoruz mesela. Neden? O anı yaşamak yeterli değil mi? Orada olan insanlar yeterli değil mi? Orada olmayanlarla paylaşmak nispet olmuyor mu ya da orada olamayan kişi için olumsuz bir duygu. Paylaşılanları görüp, ‘çok şekersiniz, keşke ben de olsaydım’ demek de, o anı paylaşıp etkileşim aramak da aynı derecede ilgi manyaklığı. Beğeniler, takipçiler, yorumlar, yorumlara verilen cevaplar hepsi egomuzu beslemek için kullandığımız araçlar çünkü günümüz pazarlama dünyasının kuralları böyle. Özel olmak zorundayız. dÇünkü kendimizi özel hissetmek istiyoruz. Hayatta olmak, kendi yağımızda kavrulmak, ödül almadığımız kendi kendimize becerebildiğimiz şeyleri başarı olarak görmek bizi özel hisettirmiyor. Ya da ilgi açlığımızı doyurmuyor. Bu açlığı beslemek için tanıdığımız insanları, sahip olduğumuz materyalleri, gittiğimiz yerleri, ailemizi, çocuklarımızı, işlerimizi, gün içinde yaptıklarımızı kısacası hayatımıza dair her şeyi kullanıyoruz. Hepsini bu ego oyununa alet ediyoruz.
Kendimize sanal bir gerçeklik yaratıyoruz ve bu sanal gerçeklik gerçek kimliğimizin önüne geçiyor. Olduğumuz kişi değil, olmak istediğimiz kişi de değil; çoğunluğun görmeye alıştığı, en çok içi boş ilgiyi alacak kişi olmaya çalışıyoruz. Çoğunluğun istediği ve doğru düşündüğü gerçekten doğru olsa; ne dünya savaşları çıkardı, ne de diktatörler. Çoğunluğun dediği ciddiye alınsaydı; bildiğimiz, tanıdığımız hiçbir bilim adamı, sanatçı, kahraman bugün var olamazdı.
Sanal kimliğin, gerçek kimliğe dönüşmesinin diğer sorunu da, gerçekliğin hiçbir zaman o şekilde olmayacağı. Çünkü hayat dediğimiz şey o kadar kolay değil ve mükemmeliyetlerle dolu değil. Hayat sadece başarı hikayeleri değil, hayatta hiçbir şey bir anda gelmiyor. Her başarının ardında büyük bir çalışma ve özveri oluyor. Hayatta ilişkiler kolay değil, kavgalarla, çatışmalarla güçleniyor. Doğal olarak, sanal kimliklerimizi normalleştirmek, ister istemez hem çevremizle hem de kendi içimizde kendimizle çatışma yaratıyor. Bu çatışmanın sonucu ise mutsuzluk, özgüvensizlik ve başarısızlık, eziklik hissi. Sakince oturup düşünseniz, başardığınız şeylerin hiç de küçümsenecek şeyler olmadığını göreceksiniz. Sorun kriterlerinizde. Size ait olmayan ama sizinmiş gibi hissettiğiniz kriterlerde.
Belki bu satırları yazarken bile içten içe, ilgi istiyorum. Yazdıklarım çok önemliymiş, çok iyi yazılmış gibi düşünmesem de, sesimi duyurma isteğinin sonucu olarak yazıyorum. Belki de, kendi kendime konuşmamak için. Kim bilir? Ama bu bile güzel bir soru neden, yazıp paylaşıyorum?
Sonuç olarak kel olmak, saçların dökülmesi, kiminin dudakları iriyken, kiminin küçük olması normal. Markasız giyinmek, modaya uymamak, çocuk sahibi olmamak, tatile gitmeyi sevmemek, yaz tatilini dağ başında geçirmek, kış tatili yapmamak, içine kapanık yönetici olmak, özçekim yapmamak, fotoğraf paylaşmamak, influencer takip etmemek, komik video izlememek, hashtag kullanmamak, işinde populer olmamak, kahve içmemek, Starbucks’a gitmemek, toplu taşıma tercih etmek, spor salonuna gitmemek, göbekli olmak, zayıf olmak, gömlek giymemek, kıravat kullanmamak, egzotik yerlere gitmemiş olmak, her şeyden haberdar olmamak, haber izlememek, trendleri bilmemek, like almamak, takip etmemek, takipçi sahibi olmamak, aksesuar takmamak, parfüm kullanmamak, gösteriş meraklısı olmamak, açık giyinmemek, güneşlenmemek, her konuda konuşmaya çalışmamak, yüzlerce şeyle ilgilenmemek, konsere gitmemek, festival sevmemek, politika ile ilgilenmemek, toplumsal olaylara tepki vermemek… bunların hepsi NORMAL.
Mutluluk peşinde koşmak da normal ve doğal bir süreç ama kriterlerimiz yanlış. Bu döngünün dışına çıkmak için, basit hazlardan kurtulup; kendi işimize bakmalıyız. Sürekli bir şeyler kaçırıyormuş hissinden kurtulmalıyız. Gerçek kimliklerimizi keşfedip, doğayla bağmızı sağladığımızda, hayatımızı yavaşlatıp, kendi değerlerimizle yaşamayı öğrendiğimizde; mutluluk arayışı da ana akım tanımından kurtulacak, mutluluk hayatımızın bir parçası olacaktır.

Leave a comment