Dünyadaki göç akımları, ekonomik krizler, artan savaşlar; ister istemez milliyetçiliğin de artmasına yol açıyor. Çünkü bir şeyleri anlaşarak düzeltmektense, birilerini suçlamak ve savaşmak daha kolay.
Bu yazıda, her ne kadar düşüncelerimi toparlayamasam da, genel olarak milliyetçilik motivasyonu, tarihsel gelişimi ve bugünkü etkileri üzerine konuşmak istiyorum. Uzunca bir yazı olacak şimdiden söyleyeyim.
Milliyetçiliğin Geçmişi: Kökleri ve Bugünün Milliyetçiliğini Şekillendiren Etkiler
Milliyetçilik nedir?
Milliyetçilik, insanları bir araya getirerek ortak bir kimlik duygusu yaratma gücüyle yüzyıllardır var olan toplumsal birlik gücüdür. Ancak, tanıdık geldiğimiz milliyetçilik kavramı oldukça modern bir olgu. Şimdi biraz milliyetçilik motivasyonu daha sonra da tarihsel gelişimine bakalım.
Milliyetçilik motivasyonları’nın en başında ortak kimlik arayışı geliyor.
Erken dönemlerde, insanlar daha çok kabile gibi küçük birimlerle özdeşleşirdi. Doğada yaşadıkları zorluklar karşısında, zamanla toplum bilinci geliştirdiler. Bu da, ilerleyen yüzyıllardaki; ortak dil, kültür, tarih üzerine kurulu ulus olma fikrinin temeli olarak kabul edilebilir. Daha sonra buna din ve farklı motivasyonlar da eklenmiştir.
18.yüzyıl aydınlanma hareketi de, akıl ve mantık vurgusuyla ulus olma fikrinin oluşumunda yer edindi. 19.yüzyılda ortaya çıkan romantizm akımı da, duygusal bağlılığı ve milli gururu ön plana çıkardı. Bugünkü, ulus devletlerin temeli olarak bu iki dönüm noktasını alabiliriz.
Milliyetçiliği şekillendiren diğer ideolojiler ise;
- Liberalizm: Bireysel özgürlük ve haklar vurgusu, milliyetçiliğe kendi kaderini tayin etme ilkesini kazandırdı. Bu, ulusal bağımsızlık mücadelelerini ateşledi. Bugün, miliyetçilerin her dilediğini yapma isteği, demokrasiyi sınırsız özgürlük olarak algılamaları, dünya sorunlarına kulak tıkamalarının temelinde de, liberalizm fikrinin yanlış algılanması; toplum bilincinin gelişmemesi yatıyor.
- Romantizm: Ulusal kültür, dil ve geleneklerin yüceltilmesi, milliyetçi hareketlerin güçlenmesine yol açtı.
- Sosyal Darwinizm: Charles Darwin’in “en uygun olanın hayatta kalması” teorisi, bazıları tarafından ulusal güç ve rekabete uygulandı. Bu, milliyetçi duyguları ve sömürgecilik girişimlerini körükledi. Aynı zamanda bu, birazdan kısaca anlatacağım öjenik çalışmaların da, yanlış anlaşılmasına ve siyasi argümana dönüşmesine yol açtı.
Bugünün Milliyetçiliğine Etkileri:
- Geçmişin Etkileri: Yukarıda bahsedilen fikirler, geçmiş zaferlerin ve acıların hatırlanması ve önemli bir toplumsal hafızaya dönüştürülmesi nedeniyle, bazı ülkeler de milliyetçilik görüşünü beslemeye devam eder.
- Küreselleşme’nin yanlış algılanması ve endüstriyel gelişmenin standartlaşmaya dönüşmesi nedeniyle; küreselleşme bazı insanlar için asimilasyon, kimlik ve kültür kaybı olarak algılanıyor. Bu durumu, milliyetçi hareketlerin ana lokomotifi olarak görebiliriz. Komplo teorileri, ‘büyük resim’ kursları da, buna fazlasıyla destek oluyor.
- Popülizm: Son yıllarda yükselen popülizm, “halkın sesi” olduğunu iddia eden liderlerin milliyetçi söylemleriyle güçlenmektedir. Bu söylemler, göçmen karşıtlığı veya ulusal çıkarları korumacılığı gibi konuları içeriyor. ‘milli ve yerli’, ‘anlı şanlı bayrak’, ‘vatan bölünmez’ belki de, en çok kullanılan argümanlar. Sürekli tehdit altında hissetmek de, milliyetçi hareketlerin güçlenmesi ve destek görmesi için olmazsa olmaz.
Bugünün milliyetçiliği, geçmişin fikirlerinin, günümüzün küresel sorunları ve siyasi söylemleriyle harmanlanmasıyla oluşmuştur. Milliyetçilik, hem birlik hem de bölünme yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bunun da elbette sebepleri var. Birazdan, kısaca listeleyeceğim.
Motivasyon ve temeldeki fikirlere bakıldığında; milliyetçiliğin oldukça yeni bir kavram olduğunu görebiliriz. Geçmişte daha çok aile rekabetleri söz konusuydu. Büyük imparatorluklar ve imparatorluk kimlikleri ön plandaydı. Kısaca geçmişe bakarsak;
Eski Uygarlıklar Mısır, Yunan ve Roma gibi erken dönem uygarlıkları, güçlü bir ortak kimlik duygusu ve kültürel gurur geliştirdiler. Bunu milliyetçilik olarak alabiliriz ama bağlılık belli imparatorluklara ve yöneticilereydi. Bugünkü anlamda bir milliyetçilik yoktu.
Orta Çağ Avrupa’sında ise bu sadakat kilise ve yerel lordlara yönelmişti. İngiltere ve Fransa gibi din kimliğinden sıyrılmaya çalışan bölgelerde, ulus kavramı gelişti. Bu durum ortak dil, tarih ve yeni kurulan ulusal monarşiler gibi faktörlerle besleniyordu.
19. Yüzyılda, genellikle kendi kaderini tayin etme ve birleşme arzusuyla beslenen (örneğin, İtalya’nın birleşmesi) Avrupa genelinde milliyetçi hareketlerin yükselişine tanık olundu. Bu dönem aynı zamanda daha aşırı etnik milliyetçilik biçimlerinin de ortaya çıkışına sahne oldu.
Bilimsel gelişmeler de, işi farklı bir noktaya götürdü. Örneğin Öjenik, yani genetik seçilim yoluyla insan soyunu “iyileştirme” fikri, milliyetçi söylemlerle çarpıtıldı. Irk, genetikle eşitlendi. Yani sosyal bir olgu yerine biyolojik bir olgu olarak algılandı ve sınıfsal ayrımcalığa yol açtı. Bununla beraber ‘saf’ ırk gibi bir saçmalık ortaya atıldı. Genetik manipulasyonla, ‘istenmeyen’ özelliklerden arınılabileceğine ve üstün bir ırk elde edileceğine inanıldı. Bilimsel temelden yoksun bu düşünce ne yazık ki, siyasetin ana konusu oldu.
20. Yüzyıl’da ise bu anlayışın devamı olarak I. ve II. Dünya Savaşlarında aşırı milliyetçiliğin yıkıcı sonuçlarına tanık olduk. O zamandan beri, uluslararası işbirliği ve küresel vatandaşlık üzerinde giderek artan bir trend oluştu. Ekonomik karmaşıklıklar ve teknolojik yıkım potansiyeli dünyayı uzun bir barış sürecine sürükledi.
Daha çok feodal yapılar ve aile rekabeti söz konusuydu. Ancak yine de bu gruplar arasında çatışmalar yaşandı.
Türk Tarihi’nde de, milliyetçilik farklı şekillerde, bugünkü algıdan farklı olarak görüldü. Modern milliyetçilik kavramı genelde, Avrupa’da ortaya çıkan ulus fikirlerinden etkilenirken; Göktürkler’den Osmanlı’ya bu anlayış çok daha farklıydı.
Yine ortak kimlik arayışı söz konusuydu. Doğal olarak dil benzerliği, gelenekler, coğrafi yakınlık gibi faktörler etkiliydi ama tek bir ulusal kimlik yoktu. Bağlılık daha çok hanedanlıklar ve güçlü ailelereydi.
Göçebe bir toplum olan Türkler’e ait farklı kabileler vardı. Toplum yapısı daha çok bu güçlü liderler etrafında toplanıyordu. Sanayi toplumu oluşmadığı için; zenginlik, güç, toprak, hayvan sayısı gibi faktörler toplumlaşma için önemliydi. Liderlerin meşrutiyeti ise soy ağaçları üzerinden sağlanıyordu.
Bunun sonucu olarak da, Göktürkler, doğu ve batı olarak bölünmüştü örneğin. Selçuklular içinde taht kavgaları oluyordu. Osmanlı da, şehzadeler kardeş kavgası tahtı tehdit ediyordu. İsyanlar, taht savaşları olağandı. Toplum için hiçbir anlamı yoktu tüm bunların. Çünkü güçlü olan onları yönetecekti.
Osmanlı’da Milliyetçilik:
Bugünkü ulus ve milliyetçiliğin Türkiye için nasıl şekillendiğini anlamak için, merceği biraz daha Osmanlı ve cumhuriyetin ilk yıllarına çevirelim.
Osmanlı İmparatorluğu çok etnikli bir yapıya sahipti. Halkı bir arada tutan güç, padişaha bağlılık ve dindi. (Belki de halen daha otorite ve güçlü lider arayışı, binlerce yıllık bu geleneklerden geliyor.)
Daha önce de bahsettiğim gibi, milliyetçiik kavramı daha çok 18-19yy’larda ortaya çıkan bir kavram.
Avrupa’da olgunlaşan milliyetçilik ve ulus fikri; çok uluslu imparatorluklar için büyük bir tehdit, rakip devletler için ise iyi bir fırsattı. Bu durum, Balkanlar’da ayaklanmalara ve bağımsızlık hareketlerine zemin hazırladı.
Buna karşı, ‘Osmanlıcılık’ fikri ortaya atıldı. Ortak bir kültür oluşturulmaya çalışıldı. Farklı etnik kökenden insanlar, ‘Osmanlı vatandaşı’ olarak tanınmaya çalışıldı. Ancak bu da milliyetçilik akımlarının önünü kesemedi.
Bunu dışında İslamcılık fikri ön plana atıldı ama özgürlük ve kendi ortak kültürü çevresinde toplumlaşma fikri, din motivasyonunun önüne geçti.
Diğer alternatif fikir batılılaşma fikriydi. Batı gibi modernleşme. Osmanlı’nın son yüzyıllarında bu anlamda çok adım atılsa da, bu da milliyetçilik fikrinin önünde duramadı.
Son olarak da, Türkçülük fikri ön plana çıktı. Bu akım, yeni kurulacak devletin de, alt yapısını oluşturdu. Bu akım, Türk dili, kültürü ve tarihinin önemini vurgulayarak ulusal bir kimliğin oluşturulmasını hedefliyordu.
Bu akımın öncülerinden Ziya Gökalp (1876–1924): “Türkçülük” adı verilen milliyetçilik akımının kurucusu olarak kabul edilir. Gökalp, Türk kimliğinin dil, kültür ve tarihi temelinde yeniden tanımlanması gerektiğini savundu.
Mehmet Fuad Köprülü (1858–1914): Türk tarihi ve edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla milliyetçi duyguları güçlendirdi.
Ömer Seyfettin (1884–1920): Milliyetçi öyküleriyle Türk kahramanlığını ve milli mücadele ruhunu yansıttı.
Doğal olarak Osmanlı’nın çok etnikli yapısı terk edilerek, Türk kimliği öne çıktı. Batılılaşma ve İslam düşüncesi de, tamamen terk edilmedi. Bazı milliyetçiler, Batı ülkelerinin model alınarak modernleşilmesi, endüstriyel ve teknolojik gelişmelerin takip edilmesi gerektiğini savundu. Diğerleri ise İslam dininin önemine ve kültürdeki yerine vurgu yaptı. Böylece Türk-İslam sentezi fikri de, yeni kurulan cumhuriyette kendine yer edindi.
Türkiye’de milliyetçilik daha çok batıya tepki olarak ortaya çıktı. Batı’nın Osmanlı üzerindeki baskısı, sömürgecilik girişimleri milliyetçi duyguların gelişmesine neden oldu. Diğer bir etken ise, Osmanlı’nın modası geçmiş bir devlete dönüşmesiydi. Toplumsal gerileme; modernleşme isteğini ve yeni bir kimlik arayışını ortaya çıkardı. Bu arayışın sonucu olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliği tanımlandı.
Atatürk’ün önderliğindeki Cumhuriyet hükümeti, milliyetçiliği resmi ideoloji haline getirdi. Eğitim sistemi, dil reformları ve kültür politikaları etkisiyle milliyetçi değerler topluma aşılanmaya başlandı. Zaman içinde ise batıdaki gelişmelerin etkisiyle, milliyetçilik kavramı daha etnik bir arayışa dönüştü ama yine de, Türkiye’deki milliyetçilik için tek bir tanım yapmak zor. Farklı dönemlerde, farklı düşünceler ağırlık kazanıyor.
Not: Bugün Türkiye’deki milliyetçilik düşüncesi tek bir çizgide değildir. Farklı dönemlerde ve farklı düşüncelerde, yukarıda bahsedilen unsurlara farklı ağırlıklar verilmiştir. Bu da, milliyetçiiğin birleştirici unsur olduğu kadar bölücü bir unsura dönüşmesine de neden oluyor.
Milliyetçilik ve Rousseau
Milliyetçilik düşüncesi, birçok dönem düşünürü tarafından değerlendirildi. Klasik liberal düşünürlerden, her ne kadar milliyetçi sayılmasalar da, John Locke ve J.J Rousseau, milliyetçiler tarafından kullanılan halkın egemenliği ve ulusal self-determinasyon(kendi kendini yönetme) fikirlerini geliştirdiler. Mustafa Kemal Atatürk’ü de en çok etkileyen düşünürlerden birisi J.J Rouseau’dur. O nedenle, cumhuriyetten ve kuruluştaki milliyetçilikten bahsederken, onu da konuşmamak olmaz.
Rouseau, medeni milliyetçilik düşüncesini ortaya attı. Yani milliyetçilik; yalnızca ortak bir yönetici ya da etnik kökenle ilgili değil, aynı zamanda paylaşılan değerler ve toplumsal sözleşmeye odaklıydı. Rouseau, bireylerin ortak iyilik için bazı özgürlüklerinden vazgeçerek oluşturdukları bir toplumsal sözleşmeden doğan, bu ortak değerlere dayanan bir ulusun güçlü ve istikrarlı olabileceğini savunuyordu.
Bu düşünce, Rönesans sonrası Avrupa’daki milliyetçilik fikrini önemli ölçüde etkiledi. Rönesans, ulusal kimliğin ve yerel kültürlerin yeniden canlanmasına yol açtı. Ancak, milliyetçilik düşüncesi daha öncelikle hanedanlıklarla ve monarşilerle ilişkiliydi. Rousseau, milliyetçiliği, bir halkın ortak iradesine dayanan ulusal kimliğe odaklayarak demokratikleştirdi. Bu düşünce, Avrupa’da Fransız Devrimi gibi ulusal bağımsızlık hareketlerini etkiledi.
Benzer şekide Atatürk de, bu düşünceden fazlasıyla etkilenmiş ve yeni cumhuriyeti benzer bir mentalite ile kurmuştur.
Atatürk’ün Türk tanımı da, buna paralel olarak Türkiye’de yaşayan, bu değerler birliğine mensup olmak isteyen herkestir. 1924 Anayasası’nda şöyle yazar:
Madde 88.– Türkiye’de din ve ırk ayırd edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese <<Türk>> denir.
Türkiye’de veya Türkiye dışında bir Türk babadan gelen yahut Türkiye’de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye’de dünyaya gelipte memleket içinde oturan ve erginlik yaşına vardığında resmî olarak Türk vatandaşlığını istiyen yahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.
Rouessau’ya dönersek; her ne kadar milliyetçilik kavramını ulusal ortak değeri sahiplenmek olarak tanımlasa da, onun “Genel İrade”si kapsayıcı bir vizyon, etnik kökene veya ırka dayalı aşırı milliyetçiliğe dönüşebilir. Nitekim, Rousseau’nun fikirleri daha sonra etnik milliyetçiliğe giden yolu da açtı. 19. yüzyılda milliyetçilik daha çok etnik kökene dayalı olarak tanımlanmaya başladı. Bu durum, özellikle birden fazla etnik gruba sahip çok uluslu imparatorluklarda çatışmalara yol açtı. Devamında da, hem Avrupa’da hem de Türkiye’de etnik milliyetçilik; baskı ve çatışmaların temel taşı haline geldi. Sonuç olarak da iki dünya savaşı.
Türkiye Cumhuriyet’i açısından da, kağıt üzerindeki eşitlik ilkeleri, uygulamada karşılık bulamadı. Çatışma ve kutuplaşmadan, Türkiye Cumhuriyet’i de etkilendi ve etkilenmeye devam ediyor.
Sonuç olarak, milliyetçilik karmaşık bir kavramdır. Hem halkları birleştirebilir hem de bölebilir.

Milliyetçilik ve Irkçılık
İkisi arasında çok ince bir çizgi var. Genelde, bu çizgiyi kaçırıyoruz ya da umursamıyoruz. O kadar tarihsel gelişimi okuduktan sonra, arasındaki farkı mutlaka anlıyorsunuzdur ama yine de, üzerinden geçelim.
- Ortak Kimlik, milliyetçiliğin yapı taşı demiştik. Bu kimlik de, farklı temellere oturabiliyor. Dil, kültür, etnik köken. Bu vurguyu abarttığımızda, iş artık ortak bir kimlikten sıyrılıp, kimlik üzerinden dışlamaya dönüyor. Buna ırkçılık diyoruz. Ülkemizi, kimliğimizi benimsemeyelim mi? Benimseyin. O kimliğin, o topraklarda yaşadığınız herkesi kapsadığını unutmadan!
- Biz vs. Onlar: Milliyetçilik, korkudan besleniyor demiştim. Sürekli tehdit altında hissettikçe, sürekli üstünlük algısı ön plana çıkarıldıkça, olay biz ve onlara dönüşüyor. Açın televizyonu bakın. Populist liderler, kaç kere ‘biz’ ve ‘onlar’ öznelerini kullanıyorlar. Tebrikler hem populizme alet oluyorsunuz hem de ırkçılaşıyorsunuz.
- Suçlama: Zor zamanlarda milliyetçiler, ulusun sorunlarından dışarıdakileri (genellikle ırka göre) sorumlu tutarak günah keçisi arayabilirler. Bu da önyargı ve ırkçılığı körükler. (Bkz. Dıj güçler, Karabük Üniversitesindeki siyahiler, Suriyeliler, Afganlar…)
İki kavram arasındaki çizginin ince olmasının sebepleri:
- Dışlama: Milliyetçiliği, ortak kültür yerine, etnik birliğe indirgeyince; birçok kültürel öğe de, ister istemez dışlayıcı hale geliyor. Bu da, kolaylıkla ırkçılığa dönüşüyor. Ne yazık ki, Türkiye’de ırkçılığa dönüştüğünü anlamıyoruz. Birçok şeyi yanlış öğrenmişiz, yanlış anlamışız ve yanlış uygulamışız. Dışlamak milli spor gibi.
- Tarihsel Kökler: Milliyetçi hareketlerin çoğu tarihsel olarak ırkçılık ile iç içe geçmiştir. Ulusal kimliği ve genişlemeyi haklı çıkarmak için ırksal fikirler kullanılmıştır. Bu miras, ırkçılığı da meşrulaştırıyor. Geçmişe çakılı kalmak, ırkçılığın ve ayrımcılığın en büyük nedenlerinden birisi. 610, 1071, 1453, 1923’ten bugüne gelmedikçe de, ırkçı ve ayrıştırıcı tartışmalardan hiçbir şekilde kurtulamayacağız.
Milliyetçilik daha çok milli gurur ve birliğe odaklanır. Doğuştan gelen üstünlüğe değil. Irkçılık ise ırksal üstünlüğe, kendi tercihin olmayan, seçemediğin farklılıklara odaklanır. Milliyetçi olmak bence saçma olsa da, her zaman kötü olmak zorunda değil. Ancak milliyetçilik algısındaki yanlışlar, tarihsel hatalar, öğrenilmiş sloganlar ister istemez ırkçılığa giden yolu açıyor. Milliyetçilik daha pozitif nasıl olabilir diye düşündüğümde aklıma şunlar geliyor.
- Ortak değerler. Mesela demokratik ilkeler, kültürel başarılar, ortak kutlamalar.
- Çeşitlilik: Çeşitliliği, kültür zenginliği, ulusal bir güç olarak algıladığınızda, birçok şey çözülecektir.
Bence ırkçılık biraz da, öğrenilen bir şey. Korkularla, alışık olmamakla alakalı. Tanımadıkça, tanımaya çalışmadıkça, alışmadıkça; kendinizi ve sahip olduklarınızı koruma isteği sizi ırkçılaştırıyor.
Sonuçta, şikayet ettiğiniz insanlar dahil herkesin isteği, düzgün bir yaşam sürmek. İsterseniz, farklı ideolojilerden, ülkelerden, milletlerden insanlara tek tek sorun. Nasıl bir yaşam hayal ediyorsun? Sadece kendileri üzerinde konuşurlarsa, söylecekleri şey, dünyanın neresinde olursa olsun aynı olacaktır.

Modern Milliyetçilik
Bugünün dünyasında şunu düşünüyorum, milliyetçilik bir virüs; ırkçılık ise ağır bir hastalık.
Bunu söyleme sebebim, günümüz dünyasının karmaşıklığı ve geçmişteki binlerce süren imparatorluklar. Eskiden bilgi yoktu, imparatorluk içinde yaşayıp gidiyordu insanlar. Bugünkü gibi yönetilmiyorlardı. Kendi yağlarında kavruluyorlardı. Devlete karşı sorumlulukları, vergi ve gerektiğinde askere gitmeden ibaretti.
Bugün belki fazla bilgi aldığımız için, çıldırıyoruz. Her şey kötü gidiyor gibi görüyoruz, bunu da izlediğimiz videolarla destekliyoruz. Algıda seçicilik dışında, yankı odalarının da, bunda etkisi büyük.
Bugünün dünyasında olunabilecek en son şey milliyetçilik. Çünkü her şey ‘yerli ve milli’ olamaz. Olursa aç kalırsın. Ekonomik olarak dünyaya bağlısın, teknoloji olarak bağlısın, bilgi olarak bağlısın, yaşam tarzı olarak bağlısın, kaynak olarak bağlısın. Dünyanın sorunları seni de, ilgilendiriyor. Dünyanın, en kapalı rejimleri dahil, dünyadan tamemen kopamıyor.
O nedenle, benim için milliyetçilik son iki yüzyılda ortaya çıkmış ve demode olmuş bir görüşten fazlası değil. Bugün yaşadıklarımız ise, insan zihninin teknoloji kadar hızlı gelişmemesi ile ilgili.
Yine de belli motivasyonlar var.
- Göç:
Yüksek göç oranları, özellikle kaynakların sınırlı olduğu algısı varsa, yerli halk arasında güvensizlik ve rekabete yol açabilir. Türkiye için olan şeylerden bir tanesi bu. Kendimizi besleyemiyoruz, onları mı besleyelim diyorlar. (‘Onlar’ dikkatinizi çekti mi?)
İnsanlar, konfor alanları işgal edildikçe ya da değiştikçe; ister istemez buna tepki gösteriyorlar. Bir de, mevcut kültürel birliğin dışından gelen ve genel toplumsal sözleşmeye uzak kişilerse, elbette iş tepkiden öteye gidiyor. Bunun da, en basit hali günah keçileri bulmak.
Göç belki de, en önemli sorunlardan bir tanesi. Buna karşı çıkan olduğunu zannetmiyorum. Ancak bu hem politika sorunu hem de, kaçınılmaz bir durum. ‘Onlar’ diyerek hedef göstermek, hiçbir işe yaramıyor. ‘Onlar’ diyen politikaları desteklemek de. Bu sadece nefret yaratıyor. Yeni düşmanlar yaratıyor. Avrupa’daki ve Türkiye’deki yükselen milliyetçilik de buradan besleniyor. Daha çok düşman, daha çok güç. Bence o populist politikalcılar da, söylediklerinin aptalca olduğunun farkında. Sorun ülkenin değil, tüm dünyanın sorunu. Böyle ele alınmadıkça da, çözülme ihtimali yok. Sonu çok daha büyük yıkımlara gidebilir. Ne yazık ki, populist politikacılar böyle bir yıkımdan da çekinmiyor.
- Ekonomi ve Milliyetçilik:
Ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluğun artmasına yol açarak milliyetçi duyguları alevlendirebilir. Bu gibi durumlarda insanlar, hükümetlerin “bizim çıkarlarımızı” koruması için baskı yapabilir. Yine aslında konfor alanı sorunu.
Dünya en zengin dönemini geride bıraktı. Hem kaynaklar daha sınırlı, hem çevreyi geri dönülemez şekilde tahrip ettik hem de üretmek anlamsızlaştı. Bunların sonucu olarak da, alıştığımız ekonomik refah yok oldu.
Artık her şey fazla üretilip, çöpe atılmıyor. Sipariş üzerine üretiliyor. Tüketim çağının sonuna geliyoruz. Sonuna gelirken de, ortaya çıkan enkazı düzeltmek zorundayız. Bu da ekonomiyi etkiliyor. Yani bu da, küresel bir sorun. Hep birlikte çözülecek bir sorun. Tek bir ülkenin, kendi başına çözmesi gibi bir şey söz konusu değil.
Tepkiler doğal ama tepkileri kullanan argümanlar yanlış. Kıyaslamalar, tepki motivasyonları yanlış. ‘onlar’ kalsa da, gitse de bir şey değişmeyecek.
- Savaş ve Milliyetçilik:
Milliyetçiliğin en temel besin kaynağı korku. Savaşlar da, bu korkuları kullanmak için en iyi araçlar. Ulusal güvenlik kaygıları, ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımını daha da güçlendiriyor. İster silahlı ister sözlü olsun; savaşlar milliyetçilikten ırkçılığa giden yolun yakıtı gibi.
Günümüz dünyasında, en ilkel reflekslerle yaşıyoruz. Hep bir taraf seçmek zorundayız. Gerçekler öyle olmasa da, taraf seçip keyfimize bakıyoruz. Oturduğumuz yerden, iyi ve kötü belirliyoruz. Bunun bedelini ise ölen çocuklar, askerler, onların yakınları ödüyor. Mesela İsrail-Filistin konusunda herkesin bir tarafı var. İki taraf da, birbirine nefret kusuyor. İsrail’i eleştirmenin dozu genelde yok. Dümdüz anti-semitizm yapılıyor. Irkçılık normalleşiyor. Bunu bu şekilde dile getirmek bile, saldırılmak için bir neden.
Birlik ve dayanışma duygusu, iyi ve sağlıklı bir medeniyetin yolunu açabilecekken; dışlamayı, hoşgörüsüzlüğü ve şiddeti destekliyoruz? Bu size normal geliyor mu?

Dijital Çağ
Günümüzde milliyetçilik, yepyeni bir ortamda mücadele ediyor. Bir yandan, tüm dünya aynı platformları kullanarak ortak bir kültür inşa ederken; öte yandan bu platformlar üzerinden kendi balonlarını yaratıyor.
Milliyetçi hesapların en çok dikkat çeken özelliği, bence, hep bir ağızdan konuşmaları. Sanki tüm dünyada, tek bir kaynaktan çıkıyormuş gibi. Aynı şeyleri anlatıp, aynı şeyleri söylüyorlar ve diğer ülkelerdeki benzerleriyle kendi kendilerini teyit ediyorlar. Çünkü milliyetçilik böyle bir şey. İlkel argümanlar iş yapıyor.
Bilginin editörden geçmemesi, algoritmaların farklı düşünceler yerine benzer düşünceler etrafında insanları toplaması; yanlış bilgilerin ve milliyetçi duyguların yayılmasını kolaylaştırıyor. Sosyal medyanın sürekli akan doğası ve refleks söylemlerin bilgi olarak kabul edilmesi, yazılanların genelde kısa sürede verilen tepkilerin sonucu olması; işi daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyor. En ufak bir tartışma, mantık dışı bir söylem bile haftalarca gündemde kalabiliyor.
Populist siyasetçiler, bu durumun ekmeğini fazlasıyla yiyorlar. En saçma düşüncelerini bile, kendisini takip edenler üzerinden anında dünyaya yayabiliyorlar. Bu da, çevrimiçi ortamda milliyetçi trollerin ve nefret söylemlerinin artmasına neden oluyor.
Türk mü dedi, Türkiyeli mi dedi; Müslüman mı değil mi; İsrail mi dedi Filistin mi; Rus mu Ukrayna mı; Caiz mi değil mi; çıplak mı değil mi gibi; Siyah mı değil mi; Karabük üniversitesi mi; Afgan mı yapmış, Suriyeli mi…..
sonsuz ayrıştırıcı, akıldışı, ilkel tartışma..
Bugünün küresel dünyasında, aşırı milliyetçilik iç savaşları belki de dünya savaşını körükleyecek tehlikeli bir oyun. Dünyanın geçmişinde de, bugününde de, geleceğinde de çok kültürlülük, medeniyeti ileriye taşıdı. Bugüne baktığımızda, kültürler birbiri ile hiç olmadığı kadar etkileşim halinde. Milliyetçi ve fundamentalist argümanların, varabileceği tek nokta bölünme ve çatışma.
Dünyanın, küçük dünyalarımızdan, seçemediğimiz kimliklerimizden çok daha büyük sorunları var. Aynı zamanda, tüm bu dogmalardan çok daha önemli şeyler var hayatımızda. Etnik köken, din gibi faktörler yerine vatandaşlık sorumluluklarımız ve ortak değerlere odaklanmadıkça da, dünyada hiçbir sorunun çözülmesi mümkün değil.
Teknoloji sayesinde, yakında dünya üzerinde dil bariyeri de kalmayacak. Milliyetçilik virüsünün yaşaması için, aslında hiçbir neden yok.
Dipnot: Hem insana saygılıyım hem de ‘ama’ diyemezsin. Ama dediğin an, insanlığını kaybedersin. Ama dediğin an; ismi ve soyismi yüzünden yerlerinden edilen, lince uğrayan, hakarete uğrayan, her gün ezilen, hor görülen insanların sebebi olursun. Ama dediğin an; sosyal adaletsizliğin mimarı olursun. Ama dediğin an her gün şikayet edip, birebir yaşadığın problemlerin de sebebi olursun.
‘Ama’ dediğin an, ırkçı reflekslerinle konuşuyorsundur. Irksal önyargıların olmasa, ama demezsin.

Leave a comment