Bir Günlük Hayat Dersi

Bir zamanlar biyomedikal mühendisi olarak, Türkiye’nin en gelişmiş özel hastanelerinden birinde çalışıyordum. Bu işe girerken, sadece benim için adım diye düşünmüştüm. Biyomedikal alanında çalışmak isteyen yeni mezun bir elektronik mühendisi olarak, bu işin sahada nasıl olduğunu görmenin iyi olacağını düşünmüştüm. Aynı zamanda Management Trainee’ydim. İlk yönetim tecrübemi de orada kazandım.

Photo by Scott Graham on Unsplash

Ancak bu tecrübe hiç düşünmediğim, bambaşka şeyler değiştirdi hayatımda. Hayata bakışımı, ölümle yaşam arasında nasıl ince bir çizgi olduğunu gösterdi. Yaptığım her şeyde anlam aramayı sürdürürken, gelecekle ilgili hayaller kurarken, yapacağım her şeyin de ne kadar anlamsız olduğunu yüzüme vurdu bu tecrübe. Aslında benzer bir olayı, sürpriz şekilde şehit olarak bize veda eden amcamın cenazesinde de düşünmüştüm. O zamanlar 14 yaşındaydım. Cenazede içimden ağlamak gelmiyordu, insanların yüzlerini gördükçe, üzüntülerini hissettikçe daha da hissizleşmiştim. Ne için yaşadı, ne için öldü diye düşündüm. O acıyı paylaşanların haykırışları onu geri getirmeyecekti. Gerçekten üzüntü müydü yoksa hayata tutunma isteğinin yansıması mıydı?Hayatlarına devam edecekler, tüm bu bağırış ve haykırışların anlamı neydi ki? Sonunda hepimiz ölecektik. Geleneksel törenler, ritueller, inançlar ne olursa olsun herkes onu bir daha görmeyeceğini biliyordu. Sonunda öyle de oluyordu. Birileri gidiyordu, birileri bu döngüye katılıyordu ve hayat devam ediyordu. Ama kayıtsızlık ve boşluk hissi geçmiyordu. O günkü düşüncelerimi, hissettiklerimi, duyduklarımı, gördüklerimi hiç unutmadım. Biraz zaman geçince bu hissi görmezden geliyordum ama hastanede geçirdiğim bir gün tekrar geri geldi.

Biyomedikal bölümü hastanenin bodrum katındaydı. Bu katta zaman zaman kolilerin arasında uyuduğumuz malzeme deposu, ara sıra önünde tansiyonun arttığı morg, personal yemek hanesi ve Türkiye’nin en umutsuz hastalarının son bir umut olarak geldiği kanser tedavi bölümü. (Gerçek ismini şu an anımsayamıyorum.)

Photo by Possessed Photography on Unsplash

Biyomedikal mühendisi olarak da, aslında görevimiz koordinasyon olsa da, ilk başlarda, sahada eğitim alınıyordu. Yani biyomedikal personeli olarak elektronik, mekanik her türlü araç gerecin bakımı, aksamaması, değişimi bizim sorumluluğumuzdaydı. Acilden servise, servisten ameliyathaneye her yere koşturmak durumundaydık. Bazen MR cihazı gibi kompleks cihazların onarımıyla uğraşırken, bazen de idrar kaplarını yeniliyor, tekerlekli sandalyelerin vidalarını sıkıyorduk. 106bin m2’lik bir alanda bir oraya bir buraya gidiyorduk.

Sahada olmak hoştu. Bir yandan doktorlarla, hemşirelerle iletişim oluyordu. Başhekimle sohbet, ameliyathanede farklı deneyimler yaşama fırsatı doğuyordu. Diğer yandan da, penceresi olmayan ofisten de kaçış oluyordu. Hastanenin lüks görünüşünün aksine, biyomedikal eski bir devlet dairesi gibiydi. Bodrumda, uzunca bir koridorun sonunda, buradan sonra da başka bir şey yoktur dediğiniz yerdeydi ofis. Uzunca bir oda. Sonunda müdür kapıya dönük şekilde otururken, bizler de ortada karşılıklı masalardaydık. Soldaki duvar boyunca da, uzunca bir dolap ve öncesinde odadaki tek neşeli ve renkli kısım akvaryum vardı. Bazen nöbet günlerinde film izlerken keyifli olabiliyordu bu ortam yalnız vakit geçirdiğimiz için ama diğer günlerde tam tersi.

Bir gün her zamanki gibi bir telefon geldi ve yine bir şeyler değiştirmek için odadan çıktım. Hızlı olsun diye morg tarafından geçmek istedim. Fakat önü baya kalabalıktı. O kalabalığın içinden süzülmeye karar verdim ama olmadı. Bir kısmı ağlıyordu, bir kısmı öfkeliydi. İçeriden çıkan kişinin surat ifadesiyle, çığlıklar yükselmeye başladı. Birisi kollarımı sıkıca tutup beni sarstı. ‘Kaybettik’. Bir kişi duvarları yumruklarken, ölen kişinin kızı ya da eşi olduğunu tahmin ettiğim kadın ise yere yığıldı. Kendindeydi ama artık hareket edecek gücü, belki de bunu yapacak anlamı bulamamıştı. Kolumu tutan kişi ve diğerleri hemen onun yanına gidip, onunla ilgilenmeye başladılar ben de yoluma devam ettim. Hikayelerinin bilmiyordum ama hayatları artık eskisi gibi olmayacaktı. Aralarından birisi tamamen onlara veda etmişti. Şimdi onsuz yeni hayatları başlayacaktı. Zaman zaman sanki paralel bir evrende yaşanmış gibi olan anıları akıllarına geldikçe, duygulanacaklar. Keşkeler havada uçuşacak, belki dualarla teselli aranacak ama hayatları devam edecekti. Birinin yok olması gerçekten acı ve ilginç bir duygu. Artık sonunun geldiğini bile bile hastanede beraber geçirdiğiniz vakit, son umutlar, bazen yanıltıcı olan ve umudu artıran iyiye gitmeler ve sonunda kaçınılmaz son. Çok acı. Belki yıllarca bakıma muhtaç olduğu için sürekli olarak bakım, sonra kayıp. Bir yandan rasyonel olarak hissedilen bir rahatlama çünkü hem bakıma muhtaç kişinin hem de bakılan kişinin acısı son buluyor. Diğer yandan ise onu bir daha görmeyecek olacağınız gerçeğinin yüze tokat gibi vurması. Bunları hissetmiştim. O nedenle dedelerimi kaybettiğimde çok üzülmemiştim ama acı bir düşünce zihnimi ele geçirmişti. Amcamı kaybettiğimizde de, televizyondan, telefondan ulaşabileceğimiz her yerden almaya çalıştığımız olumlu bir habere ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlıyorum. O andan itibaren geçen saatler, bir asır gibiydi. Şimdi ise bunlar sadece kötü bir anı hatta ne kadarı yaşandı ne kadarı yaşanmadı bile yavaş yavaş belirsizleşiyor.

Photo by Mufid Majnun on Unsplash

Yoğun bakıma giderken belki de, geçilebilecek en kötü yerdi geçtiğim yer. Artık yoğun bakımdaki cihazları kontrol ederken, oradakileri yarı ölü gibi görüyordum. Çoğu ağır gözüküyordu. Doktorların, son derece pozitif yaklaşarak ilgilendiği 1–2 kişi ise belli ki, iyileşip yakınlarının yanına döneceklerdi. O an, herkes bir hikaye gibi düşündüm. Anlamsız dünyanın, küçük ama önemli ayrıntıları. Belki de, hayatın anlamı bu gibi anlarda anlaşılıyordu. Kim bilir ne düşünüyorlardı.

Oradan çıkınca ikinci kata, yönetim katına indim. Başhekim beni çağırmıştı. Sebebini biliyordum. Önceki hafta benim müşteri asansörü dediğim, üstlerim tarafından hasta asansörü demem gerektiği ısrarla tempih edilen asansörü kullanmamdı. Çünkü personelin kullanması yasaktı. 6 katı günde belki 50 kere inip çıkman önemsiz. Sen personelsin. Hem de bunu, hastanenin sahibinin gözü önünde yapmıştım. Herkes sıraya girmiş, beyefendinin elini ayağını öperken; ben bu insanlar çıldırmış diye düşünerek orayla hiç ilgilenmeden yoluma devam etmiştim. Beyefendi bunu posta olarak algılamış. Bu kim, niye müşteri pardon hasta asansörüne biniyor demiş. Halbuki, önemli biri olduğunu anlamış ama kim olduğunu anlamamıştım. Gelme sebebi, eski cumhurbaşkanı bıyıklı uyuz gülüşlü adamın hastaneyi ziyaret edecek olmasıydı. Ön bir teftiş yapıyordu beyefendi. Öze cihazlar getirip, konfor maksimuma çıkarılacaktı. Böylesine büyük gibi bir adam da, elbette normal hasta olarak tedavi görmeye gelmez, ziyaret eder.

Photo by Sung Jin Cho on Unsplash

Aynı asansörde bir başka olay daha oldu. Yüzümü kapıya döndüm hemen. Sarışın bir kadın vardı. Bana baktığını hissettim ama oralı olmadım. Direk sırtımı dönmemden rahatsız olsa gerek, hafifce öksürerek boğazını temizledi. Dönüp baktığımda da, beni tanımadın mı dedi. Hayır tanımadım diyince. Televizyonda, konserde falan görmüş olabilir misin dedi? Hayır, televizyon ve magazinle ilgilenmiyorum dedi. Meğer çok da kötü ve ilkel bulduğum meşhur pop şarkıcısıymış. O da şikayet etmiş, personel çok saygısız davrandı demiş. Daha önce bu hastanede farklı ünlülere de rastlamıştım. Onlar tam tersine tanınmak istemiyorlardı. Hasta gözükmek, aciz gözükmek zorlarına gidiyor, isimlerini duyduklarında suratları ekşiyor hatta küfür edebiliyorlardı.

Sonuç olarak, başhekimin benim tarafımda olduğunu anladığım, yine de formaliteden uyarı aldığım tatlı bir görüşme oldu. Oradan çıktığımda, bir adam gördüm. Bir çanta dolusu para bıraktı. Muhasebe hızlıca saydı, dörtte birini bir yere geri kalanı diğer tarafa ayırdı. Adam çok teşekkür ederim, sizin sayenizde oğlum kurtuldu diye çığlıklar atıyordu. Sevnçli bir şekilde ayrıldı. Bunu duymak bana da iyi gelmişti ama parayı merak etmiştim. Neden çantada, bu adam kim, noldu. Adam emekli bir memurmuş. Yanlış hatırlamıyorsam, PTT emeklisi. Çocuğu kanser olmuş ve burada aldığı tedaviden sonra, son bir ameliyat da olduktan sonra hastalığı yenmiş. Adam da, artık banka kullanmıyor muyu bilinmez ama oğlunun tüm masraflarını ödemek için emekliliğe ayırdığı tüm parayı buraya getirmiş. Konu sağlık olunca tüm hayaller nasıl da, anında çöp oluyor! Muhtemelen morgtaki aile de, yakınlarını kurtarmak için elinden geleni ne var yok verirlerdi. Neyse, bu paralar niye ayrıldı diye sordum. Dediler ki, 1/4 ‘ü hastanenin. 3/4 ‘ü ise ameliyatı yapan doktorun. Bambaşka hayatlar… Doktorlar elbette bunu hakediyor. Kim bilir, o insanların hayatına nasıl dokundu ama yine de bambaşka bir hayat. Belki de, sadece iş olarak görüyor ve işin bu tarafıyla hiç ilgilenmiyor. Normalde, doktorlar bu parayı ekiplerine dağıtıyormuş ama bu adam genelde kendine saklarmış. Öyle de kötü bir ünü var.

https://www.mirror.co.uk/news/world-news/turkey-syria-earthquake-ways-you-29162576

Artık saat öğlene geliyordu, iştahım kalmamıştı. Ofise gidip biraz dinleneyim, internetten bir şeylere bakayım diye tekrar bodruma doğru yol aldım. Bu sefer önce kanser merkezine gidip, yemekhanenin oradan geçecektim. Kanser merkezini elektronik mühendisi olarak hep ilginç buldum. Mikrobiyoloji cihazları ile beraber, hastanenin en kompleks cihazları buradaydı. Zaman buldukça, incelemeyi seviyordum. Yine öyle yaptım. Oradaki görevliyle sohbet ede ede, cihazı inceledim. Kanser merkezinin bir güzel yanı da, hastanenin geri kalanından farklı olmasıydı. İç dizaynı insanları huzurlu hissettirmek için tasarlanmıştı. Duvar döşemelerinin renkleri, oturaklar, sandalyeler her şey farklıyı. Çocuklar için oyun alanı, bekleyenelr için pasta, çikolatalar, her şey vardı. En umutsuz ve mutsuz hastaların olduğu en umutlu ve mutlu yerdi. Ben de biraz muhabbetten sonra hazır hasta da yokken, çikolata sayısı fazla ise bir iki tane alıp ayrılırım diye cihazların olduğu odadan çıktım. Koridorda 1 kişi vardı. Gülümseyerek geçecektim ki, otur dedi. Çikolotalara baktığımı farketmiş olmalı. Bana çikolota ikram etti. Teşekkür edip, reddettim ama ısrarcı oldu ve konuşmak istediğini söyledi. Böylece yanına oturdum. Yaşlıca bir kadındı. Kimi kimsesi yokmuş. Çocukları Amerikadaymış. Onlar gelene kadar ben giderim. Neyse ki, acil bir durum değil, yavaş yavaş ölüyorum dedi. Bu cümleyi söylerken ki, neşesi etkileyiciydi. Sanki bundan keyif alıyormuş gibi. Uzun uzun hayatını anlattı. Hırslarını, çocuklarının onun hayallerini nasıl gerçekleştirdiğini. Hayata dönüp bakınca, gözüm arkada kalmıyor, Bundan sonra yaşayacaklarım bana kar dedi. Başardıklarımın sonunda yalnız kaldım ama olsun, kimseye de muhtaç değilim diye devam etti.

Sonra benim hedeflerimi sordu. Anlattım. Arada şakalaştık. Bir ara hayatın anlamsızlığından bahsettim, o an lafımı kesti. Hayat yaşamak için var. Aklına acaba diye bir soru düşüyorsa, yapmaya çalış. Zaten anlamsız bulduğun bir hayatta kaybedecek hiçbir şeyin yok dedi ve vaktini aldım ama çok teşekkür ederim konuşmak iyi geldi diyerek beni uğurladı.

Ben de yemekhanenin olduğu koridordan, kafamdaki milyonlarca soru ve düşünceyle geçerek ofise döndüm. Yemekhanenin önünde ise, tam tersi muhabbetler vardı. Haftasonu planlarından, tatil planlarına, yakışıklı erkeklerden, güzel kızlara, oyunculara, rock starlara, alınmak istenen arabaya kadar tamamen yüzeysel, sadece nesneler üzerine kurulmuş sohbetler. Makyajını ve giyimini hayatın merkezine koyan yönetim çalışanları, bakımsız bilgi işlemciler, rock star havasıyla gezen doktorlar, kimisi kendi halinde kimisi gösteriş peşinde, kimisi koca arayan kimisi evlenecek birini arayan hemşireler, hastabakıcılar ve diğer personeller. Hepsi bir başka günün molasını veriyor ve sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir özgüvenle konuşuyorlardı.

Photo by Isaac Quesada on Unsplash

Günün ikinci yarısı da, çok farklı geçmedi. Önce 5.kata çıktım. Doğumhanenin camının önünde 3–5 kişi birbirine sarılıyor, gülüyor ve şakalaşıyordu. Yaşlı bir adam ise şampanya açıp diğerlerine ikram etti. Doğru zamanda doğru yerde olduğum için ben de istemesem de, ikramdan nasibimi aldım. Bir şey derlerse bana gelirsin, bugün etrafımda herkes gülmeli torunum oldu diyordu, dede. Ben de zaten ikna olmaya yer arıyordum. 3–5 dk vakit geçirip, adamın mutluluğunu dinleyip, yoluma devam ettim. Oradaki işim bittikten sonra alt kata indim. Sevdiğim bir kattı. Çünkü hoşlandığım hemşire buradaydı. Hem bu bahaneyle muhabbet oluyordu, hem de kabul ettiği randevudan önce mümkün olduğunca fazla bilgi topluyordum. Hastane gibi bir iş ortamında, kişiyi tanımak çok daha kolaydı. Hafif bir resmiyet olsa da, o cinsel duvarlar olmuyordu. Muhabbet doktorun kata gelmesiyle kesilmişti. O kadar hızlı ve hiddetli gelmişti ki, bir anda donakalmıştık. Biraz sonra ise orta yaşlı bir çiftle dışarı çıktı. Adam çaresizce doktoru dinlerken, kadın ağlmaasına engel olamıyordu. Doktor ise hem sakin kalmaya çalışıyor(çalışıyor diyorum çünkü arkadan ellerini nasıl sıktığını görüyordum), hem de teselli etmeye çalışıyordu. Sonra ağzını oynattı ve kat bir anda cehenneme döndü. Kadının çığlıkları tüm katta belki de, tüm hastanede duyuluyordu. Kızlarını kaybetmişlerdi.

Bu kızın odasına daha önce birkaç malzemeyi değiştirmek için uğramıştım. Hem aile hem de çocuk çok düzgün ve samimi insanlardı. Kız 16 yaşındaydı, hatırlamadığım bir hastalıktan tedavi alıyordu ama umut azdı. Kız da aksine aşırı neşeli, her zaman ailesinin moralini yüksek tutan biriydi. Ben gelince de, şakalar yapar, muhabbetlerine beni de katmaya çalışırdı. Elektronik mühendisi olduğumu söylediğim de, şöyle bir cihaz olsa güzel olur gibi fikirler de veriyordu. O nedenle, o sahne beni de çok yaralamıştı, ama hayat…

Photo by Brooke Cagle on Unsplash

Düşüncelerin içinde boğuluyordum sanki. Çırpınıp yüzeye çıkmak istiyor ama çıkamıyor gibi. Bazen de, çırpınmaktan sıkılıyor, yavaşça dibe sürükeniyormuş gibi bir yorgunluk hissediyordum. Öylece ne kadar kalakaldım bilmiyorum ama randevuya çağırdığım hemşirenin ‘telefonun çalıyor, açmayacak mısın?’ demesiyle kendime geldim. En üst kata çağırlıyordum. Bir şeyler çalışmıyor yine.

En üst kat da, kanser merkezi gibi farklı bir yerdi. Aşırı lüks, aşırı temiz, her yer pırıl pırıl. Duvarlarda kimisi orjinal yerli tablolar, kimisi yabancı orjinallerinin kopyası olan tablolar asılıydı. Arka planda hep sakin bir müzik çalardı. Bu katın diğer bir özelliği de, 6.katta olmasına rağmen, cam yerine kapı olması ve bu kapının 6.kata özel bahçeye açılması. Bambaşka bir dünya sanki. Buradaki hemşireler de, genelde kadınlığını olabildiğince ön plana çıkaran, yayık yayık konuşan tiplerdi. Tabii bir de, topuklu ayakkabı giyerlerdi. Sanki klinik değil de, model ajansı.

Photo by Sam Moghadam Khamseh on Unsplash

Bu katın müşterileri de, özeldi genelde. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da özel isimlerinin geldiği söyleniyordu. Zaten katın kendi girişi vardı. Tepesinde ‘doktorun ismi’ polikliniği yazıyordu. Hastane içinde, hastane gibi. Doktoru da, Almanya, İsviçre gibi ülkelerde de isim yapmış birisiydi. Belki televizyonda falan da, görüş olabilirsiniz. Onu görmediyseniz de, onun yaptığı işleri illa ki görmüşsünüzdür.

Durum böyle olunca, elbette cihazları istediğiniz gibi değiştirip onaramıyorsunuz. Oraya istediğiniz gibi girip çıkamıyorsunuz. Adamın belli ki, bir de bir prensibi var. Cİhazlar hiç o oaradayken tamir edilmez. Hastanede görmediğim tek doktordu.

O kadar duygusal yoğunluğu yüksek bir günden sonra, bu kat o kadar itici geliyordu ki anlatamam. Bir yandan hayatını yaşadığı belli bir adam. Gelen müşteriler de öyle. Diğer yandan da, hepsi sadece şekille, görünüşle ve göstermekle kafayı bozmuş hastalıklı insanlar. Kafalarındaki estetik algıları, poliklinikte de okudukları dergilerdeki empoze edilenden başkası değil. Hepsi orjinal olduğunu düşünen ama birbirine benzemeye çalışan primatlardı sanki. Milyon dolarlarım olsa da, gündemimi acaba nasıl görünüyoruma indirgemem sanırım.

İçimden ‘işe yaramaz insanlarsınız, sonunda herkes gibi öleceksiniz. Özel falan da değilsiniz. Parası olan ama nasıl kullanacağını bilmeyen zavallılarsınız’ diye nasıl düşündüysem her seferinde, buradaki personelle hiç düzgün iletişim kuramadım tüm hastane tecrübem boyunca. Onlar bana acıyordu ya da nefret duyuyordu, ben de onlara. Sonunda da, ne onlar benim ismimi hatırlıyor ne de ben onların.

Hastane tecrübesi benim için geçici bir tecrübeydi, belki de gereksiz bir tecrübeydi ama bana hiçbir kariyerin öğretemediği şeyler öğretti. Hiçbir yerde edinmeyeceğim düşüncelere itti. Aslında her günü hareketli, her günü inişli çıkışlı bir tecrübeydi. Duygusal bir ralli gibi. Sadece ameliyathane de yaşananlar, konuşulanlardan hem sağlam bir komedi hem de sağlam bir dram içeriği çıkar. Her yeri ayrı bir hikayeydi.

Anlattığım gün ise, hayatımda hiç unutmayacağım, birçok şeyi beraber yaşadığım bir gündü. Hayatımda hiçbir zaman savurgan olmadım, çocukken dahil bir şeyi istiyorum, sahip olmalıyım diye tutturmadım ama yaşadığım bugün belki de mutluluğu nesnelerde aramama, hayatımı bir şeylere sahip olmaya adamama anlamında bir dönüp noktası oldu. O kısmı mühürleyip kapattım. Aynı şekilde bu gün, hayatta ne kadar şanslı olduğumu da, hatırlatır her seferinde. Aynı zamanda imkanı olmayanlara da destek olmam gerektiğini.

Bugün sayesinde bir yandan hayatta istediğim şeyler için çok çabaladım, diğer yandan da çok da bir şey istememeyi ya da hırslarımın hayatımın önüne geçmesini engellemeyi öğrendim. Öylesine yoğun ve etkileyici bir gündü.

Hayatta kaldığımız her gün; bir şeyleri değiştirmek, iyi şeyler inşa etmek, daha iyisine ulaşmak için bir fırsat ama her gün aynı zamanda elindekilerin keyfini çıkarmak için bir fırsat. Böyle olmasa, dünyanın belki de %99u mutsuz olur ve kahrından ölürdü.

Photo by Mohamed Nohassi on Unsplash

Hayat aynı zamanda, inişler ve çıkışlar. İyi ve kötü. Mutlu ve mutsuz. Başarılı ve başarısız. Gece ve gündüz. Mutluluğumuzu, isteklerimizi indirgediğimiz ölçütler kişiden kişiye değişiyor. Bir şeylerde ne kadar iyi gördüğümüz de, bu ölçütlere bağlı. Belki de aşırı beklentiye girmemek önemli. Sabırlı olmak da.

Hayat zıtlıkların buluştuğu bir ortam. Bir katta doğum sevinci olurken, diğer katta ölüm çığlıkları olabiliyor. Elbette her ikisini de anlamak önemli ama sonuçta herkes kendi hayatını yaşıyor. Kendi hayatının sorumluluğunu alıyor. Doğal olarak, hayatı yaşamamak kadar, birbirimize zehir etmemek de önemli. Herkesin her şeyi anlamasını beklemek yersiz. Herkesin aynı süreçleri yaşaması, aynı gerçeklere sahip olmasını beklemek de.

Sonuç olarak hayat her şeyiyle devam ediyor. Bize ise, hayatı olduğu gibi kabul etmek düşüyor…

,

Comments

Leave a comment