Her rejim kendi elitini yaratır. Rejimi güçlü bir şekilde destekleyecek insanlar lazımdır çünkü. Sonrasında da, destekçileri ödüllendirmek.
Aynı zamanda bu elitlerin oluşumu sistemin işlemesi için de önemlidir. Eğitilen ve terfi ettirilen bu sınıf, fonksiyonel olarak da, işlerin doğru yürümesini sağlar. İdeal olarak, belli konularda uzmanlaşmış kişiler, belli görevere getirilir. Bugünün populer tabiri ile ‘liyakat’. Ancak bu liyakat da, rejimle bağlantılıdır.
Pareto’ya göre toplumlarda elitlerin oluşması kaçınılmazdır. Michels ve Mosca’ya göre en güçlü demokrasi bile sonunda oligarşiye dönecektir. Bourdieu’ya göre kültürel ve eğitimsel sermaye elitlerin oluşmasına ve güçlenmesine katkı sağlar.
Elit teorilerine karşı eleştirilerin başında toplumsal karmaşıklığın gözardı edildiği ve elitlerin gücünün abartıldığı gelir. Ayrıca elitlerin sadece kendi çıkarlarını düşünmediği ve toplumsal faydayı da savunabilecekleri söylenir. Bu bana biraz komplo meraklılarının gücü abartma eğilimini ve her şeyin tek merkezden yönetildiğini düşünmelerini getiriyor. 3 kişi bir araya gelirken bile uzlaşamıyorken, elitlerin mutlak güç olduğunu kabul etmek anlamsız geliyor. Daha çok çıkar ilişkilerinde kümelenme belli bir güç oluşturuyor ama bu güç mutlak bir güç değil, devamında çıkar çatışmalarıya dağılan ve yeni güçlerin oluşmasına neden olan bir güç.
Locke ve Rousseau ise toplumsal sözleşmeden bahseder. Doğal yaşam kaotiktir ve güvenlik risklerini beraberinde getirir. Şiddet, kaos ve güvensizlik sorununun altından kalkmak için, insanlar özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçerek, toplumsal bir sözleşme imzalar. Böylece otoriteye itaat etmeyi, ortak kurallara uymayı kabul ederler. Böylece yasalar belirlenir, toplum faydası için seçilen hükümetler göreve gelir.
Hobbes, bu doğal oluşum sonucunda mutlak bir hükümet bir hükümet fikrini savunurken; Rousseau ve Locke ise sınırlı hükümeti ve halk egemenliğini savunur.
Toplum sözleşmesine karşı argümanlar ise; bunun gerçekçi olmadığını ve insanların kendi haline bırakıldıklarında böyle bir sözleşme yoluna gitmeyecekleri; gitseler bile bunun eşitsizlikleri derinleştireceği, hangi haklardan vazgeçilip hangilerinden geçilmeyeceği konusunda anlaşmazlıkların giderilemeyeceği…
Teorilerin dışında birçok devlet ve yönetim teorisi var. Aynı şekilde otoriteye karşı davranış, itaatkarlık, hiyerarşi, organizasyon gibi bir sürü felsefi tartışmanın yanı sıra, psikolojik çalışmalar, deneyler, filmlere konu olan ünlü çalışmalar var. Bence araştırması keyifli konular. Hem de, medeniyet tarihinin yanı sıra, psikolojik olarak da, nasıl evrildiğimizi ve mevcut sisteme nasıl eriştiğimiz konusunda da iyi fikir veriyor. Aynı zamanda bu sistem içinde nasıl akıl sağlığımızı koruyabiliriz sorusuna da, güzel cevaplar bulabiliyorsunuz.
Biraz elitler ve yönetenlerle ilgili giriş yaptıktan sonra, yazının asıl amacı Modern Türkiye’ye dönelim.
Son zamanlarda dikkatimi en çok çeken şey, Atatürk’e aşırı saldırı ve aşırı sevgi. Bence ikisi arasında da fark yok. Birisi olduğu için diğeri var. Aynı zamanda, yukarıda bahsettiğimiz elit oluşumu ve oluşan elitin oluşturduğu ortamın sonucu olarak hem nefret hem de sevgi abartılıyor.

Nefret için aslında çok fazla argüman yok. İlkel demokrasinin tadını, yarı otokratik temsili bir özgürlükle çıkaran ‘Yeni Türkiye’nin’ yeni elitlerinin en çok tekrar ettiği şey; Atatürk’ün zorlamaları ve halka rağmen yaptığı değişimler ki, bu da hatalı. 1919’da son Osmanlı Mebusan Meclisi, milli iradeyi temsil için kuruldu. İşgal sonrası, meclis dağıldı. Mustafa Kemal, meclisin yeniden toplanması için uğraştı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin temsilcilerinden Tamimi Hümayun Meclisi kuruldu. Atatürk, burada Erzurum milletvekili olarak seçildi. Misak-i millinin kabul edilmesini sağladı ve meclis kongre kararlarının uygulanmasını sağladı. Devamında Heyet-i temsiliye kuruldu. Bunun kurucu üyelerinden biriydi. Devamında ise TBMM kuruldu. Burada da, 1 dönem Erzurum, 2 dönem Yozgat milletvekili olarak yer aldı. Yaptığı reformlar da, sarayın kısmen yapmaya çalıştığı reformların devamı ki, tek başına verilen kararlardan çok, önerilen ve kabul gören kararlar. Tepeden inme, argümanlarına karşı tarih dersini bitirip, devam edelim.
Yine bence, Atatürk tartışmaya açık bir konu değil. İyi bir asker, vizyoner bir devlet adamı. Bu ülkenin kurucusu. Ulusal kahramanı, siyaset üstü bir kişilik. Bunun anlamı eleştirilemez, yaptığı her şey doğruydu demek değil, tartışılması anlamsız demek daha çok. Zaten artık Atatürk ulusal kahramanın ötesinde, fantazi karakterine dönüştü. Her durumda sanki yaşıyormuşcasına özlem duyulan, yüceltilen yarı tanrı bir sembol. Bu geçmişe çakılı kalma durumunun sonucu, Atatürk ismi daha çok siyasi bir figüre dönüşüp, nefretin de odağına oturuyor. Aslında iki tarafta da aynı bağnazlık.
Freud’a göre kendi bağımsızlığını kazanarak, özgür bir birey olmanın yolu simgesel olarak babayı öldürmekten geçiyor. Nietzsche’ye göre de, üstün insan olmak için geçmişe atılan demirlerden kurtulmak gerekiyor. Türkiye için de durum aynı. babayı öldürmeden ileri adım atmak kolay değil. hem birey olarak hem de 21.yüzyılın Türkiye Cumhuriyet’i vatandaşları olarak kendi değerlerimizi ve anlamlarımızı seçmek zorundayız. Yani Atatürk’ü 1938’de bırakmak zorundayız.
Peki kolay mı? Kesinlikle değil.
Ulus devletlerin yükselmesiyle, imparatorluklar tek tek yıkılıyordu. Osmanlı da bundan nasibini almıştı. Her ne kadar her şeyi matbaanın geç gelmesine bağlasak da, işin özü çağın gereklerini kaçıran bir devlet olarak yavaş yavaş yok olmasıydı.
Bunun önüne geçmek için de, farklı yöntemler deniyordu. Türkiye Cumhuriyeti; imparatorluk gömleğini farklı reformlarla, modernleşerek değiştirmeye çalışan, bunu denerken de, artık yok olan Osmanlı Devleti’nin, bir devamı aslında. Yeni bir devletten çok, imparatorluğun kalıntılarından, ortaya çıkan yeni bir oluşum. Doğal olarak çağın gereği olarak, ulus devlet olarak kurulmuş, modern dünyaya ayak uydurmaya çalışılmış; kimi noktalarda iyi tasarlanmış, bazı noktalarda ise fazla düşünülmeden benzer modellerin adapte edildiği bir devlet olarak yürütülmüş.
Bence Atatürk, biraz daha insiyatifini Rousseau’nun fikirlerinden yana kullanmış. Onun eğitim, milliyetçilik, eşitlik ve adalet, halk egemenliği ve laiklikle ilgili fikirleri; Mustafa Kemal’i fazlasıyla etkilemiş. Zaten Nutuk’ta bile, Rousseau’dan bahseder. Bunun sonucu olarak da, ulus kavramının öne çıkmasının yanında, eğitimin halka yayılarak halkın kendi egemenliğini eline alması, inanç özgürlüğünün benimsenmesi, adil ve eşit bir toplum inşası için uğraştı. Bu değerler çerçevesinde reformlar yaptı. Rousseau’dan farklı olarak öze ve doğaya dönüşten çok modernleşme ve kalkınmanın; eşit ve adil bir toplumun anahtarı olduğunu düşünüyordu.
Her rejim gibi, kendi seçkin sınıfını yaratmak zorundaydı. Her ne kadar bu seçkinliği halka yaymaya uğraşsa da, sonunda ayrıcalıklı bir sınıf türedi. Bu ayrıcalıklı sınıf, Osmanlı’nın seçkinlerinin, köklü ailelerinin yanı sıra; modernleşmenin getirdiği fırsatları kullanarak statü sahibi olan insanları da kapsıyordu. Hem eğitim hem de maddi imkanlar olarak halka öncülük etmesi beklenen(köy enstitüleri kapatılmasaydı şekerim…) , halkın büyük bölümünün önüne geçen bu seçkin gruba ‘Beyaz Türkler’ denilmeye başlandı. Rejimi destekleyen, gelişime öncülük eden, batılılaşmayı ayrıcalık olarak gören bir azınlık.
Atatürk sonrası dönemde, bu azınlık belki de durumu biraz kullanarak daha da azınlık oldu. Özellikle ikinci dünya savaşı ve soğuk savaşın yarattığı atmosferin de getirisiyle, cumhuriyet kuruluş ideolojisini kendilerine kalkan olarak kullanıp, yöneten azınlık olmayı tercih ettiler. Halka yayılmaya çalışan seçkinliğin yerini, seçkini desteklemesi beklenen halk aldı bence.
Eğitimde, ideolojik öğretiler arttı. İkinci dünya savaşı atmosferi, soğuk savaş dönemi bunu daha da normalleştirdi. Örneğin, 1933’den beri okutulan andımızın, Sovyet Rusya’sı, Nazi Almanyası tadında askeri geçit törenlerinin, sınıflara asılan marş, Atatürk posteri, andımız üçlüsünün, öğrencilerin hazır ol duruşlarının rutine dönüşmesi, Atatürk ilkelerinin ezberletilmesi ve yıllarca sorgulanmaması gibi. Menderes’in çıkardığı Atatürk’ü koruma kanunu da, benzer şekilde Atatürk’ün siper edilmesinden başka bir şey değildi bence.
Bunların sonucu olarak da, hem Atatürk, hem cumhuriyet hem de demokrasinin tabuya dönüşmesi; Atatürk ilkelerinin yasa gibi kabul edilmesi ve yavaş yavaş din gibi güçlü bir inanca dönüşmesi, Atatürk’ün gerçekten uzaklaşıp, fantazi süper kahramana dönmesi kaçınılmaz elbette. Devamında da, farklı kişiler tarafından farklı algılanması; tıpkı din gibi kendi lehine yorumlanması gayet doğal.
Sonuç olarak, onlarca yıldır aldığımız eğitimin sonucunda, olduğumuz şey fantazi dünyasında yaşayan kibirli insanlar… Seçkin sınıf bir yandan daralırken, beyaz Türkler çok daha büyük bir grubu ifade ediyor.
Bence Beyaz Türk ifadesi seçkin azınlıktan çok, modernizmi batılıymış gibi yaşama arzusundaki; ideolojinin öğretileriyle, tüketim kültürünün arasında kalmış orta gelir üstü grubu ifade ediyor. Dedeleri çiftçi, aileleri eğitimli kendileri ise yine eğitimli ama bir o kadar da özenti, ailelerinin önüne geçen maddi güçlerini, sahip olma ve gösteriş merakıyla süsleyen, kendini modern olarak tarif ederken, modernlik algısı sadece maddiyattan ve alkol/eğlence gibi sembollerden oluşan kesmi ifade ediyor.
Bu kesim genelde batıya aşırı hayranlık duyan, batıyı gözünde büyüten bir kesim. Batılı gibi yaşama arzusu, köklerinden kaçamayarak frenleniyor. Bu da eğer yurtdışında yaşıyorlarsa, entegre olmalarını etkiliyor. İşçi göçünün aksine, eğitim seviyelerinin yüksekliği ve öğretilen kibir nedeniyle gerçekten dünya vatandaşı olamıyorlar, gittikleri yerlere de adapte olmakta zorlanıyorlar. Ülkede kalırlarsa da, ülkenin komşularından, kültüründen bir haber oluyorlar. Çünkü küresellikle beraber kendi modernlik algıları da, geleneklerden tamamen koparak, standartlaşmayı getiriyor. Kültürel zenginlik gibi bir beklentiden çok, ana akıma kapılma eğilimi gösteriyorlar. (Küreselliğin yanlış anlaşılması)
Mesela doğudan habersiz oluyorlar. Komşulardan habersiz. Kendilerini seçkin ve ayrıcalıklı gördükleri için, aynı topraklardaki diğer kültürleri dahi tanımıyorlar. Buna ilgi dahi duymuyorlar. Türkiye’nin kültürel zenginliğinden ve medeniyetler başkenti olmasından bahsederken, etnik azınlıklardan, inanç çeşitliliğinden, bunlara bağlı farklı geleneklerden habersiz olmak ya da bunları görmezden gelmek ne acı değil mi?
Kendini seçkin zanneden beyaz Türklerin diğer bir özelliği de, yine ana akımın getirisi olan gösteriş merakı. Marka takıntısı, gösterme isteği ve ilgi beklentisi. Bu nedenle gezmek bile bir şov işi. Gezmek, Avrupa’dan ya da çok gidilen turistik yerlerden ibaret. Sadece bina görüp, çok güzeldi şekerim demek yeterli. Önemli olan, listeye bir yeni ülke eklemek ama populer yer olması önemli. Mesela Fas’a gitmek istiyorum, Hindistan’ı merak ediyorum, İran çok farklı, Kırgızistan, Türkmenistan nasıl acaba, Uganda’yı çok merak ediyorum derseniz, anında burun kıvırırlar. Onlar için Asya Bali’dir, Singapur’dur; Afrika Güney Afrika’dır, Ortadoğu Dubai’dir.
Hadi burun kıvırıldı. Peki hevesle anlatılan yerler nasıl geziliyor?
Kültürlerle, oradaki yaşam tarzları ve anlayışla minimum iletişim kurarak. Çünkü o kültürleri tanırlarsa, bunca yıldır öğretilen kibir, inanç sistemleri yıkılır. Ayrıcalıklı olmadıklarını farkederlerse, tüm o heyecan yok olur. Tıpkı dindarlar gibi.
İzmir de namustur. Neden bilmem. Bence İzmir, Trabzon’dan farksız. Son derece bağnaz ve muhafazakar. Posterler, bayraklar ilginç kutsallara dönüşmüş, irrasyonel bir durum. Mesela kafede otururken, masanın ortasına bayrak geliyordu. Kaldırır mısınız, kafama bayrak sürünürken yemek istemiyorum dediğimde, bayrağa mı karşısın tepkisi almıştım. Bayrağın orada durma saçmalığı akıllarına bile gelmemişti. Bunun gibi birçok saçmalık yaşadım ama bir şey diyemiyorsunuz. Çünkü en beyaz türkler onlar.
Beyaz Türk kibri, avrupaya göç arttıkça daha da farklı bir boyuta geliyor. Entegrasyonu reddediyor. Olduğu gibi yaşıyor. Batı hayranlığı ile yaşadıkları hüsran sonucu Türkiye övmeye bayılıyorlar, ama bunu ‘alamancı’ düzeyinde yapmazlar. Çünkü onlara göre üstündürler. Netice de, yine Türkiye onlar için tatil cennetidir. Birçok yer güzeldir ama Türkiye her şeye rağmen en güzelidir. Bodrum’da akşam üzeri rakı içmek, İstanbul’da boğaza karşı eğlenmek, Çeşme’de sörf yapmak, Uludağ’da kayak gibisi yoktur. Ama İtalya da harikadır hani. Yunan adaları iyidir, Alpler efsanedir, Avrupa’nın en güzel yerleri, zenginlerle paylaşılabilen ortamların olduğu yerdedir. Monte Carlo’yu gördün mü kuzum? Aslında bir yat kiralayacaksın…
Beyaz Türkler, solcu değildir ama kendilerinin öyle zannederler. Aslında sosyal demokratlardır ama demokratlıkları da tartışılır. Demokrat kimlikleri, materyalistlikleri kadar ön planda değildir. Önemli olan ayrıcalıklı sınıf olmalarıdır. Kendi değerlerini de, ayrıcalık gibi benimserler. Demokrasi, cumhuriyet namustur mesela. Tartışmaya kapalıdır. Atatürk konusu da aynı. Bu yaklaşımlarının, aslında böcek gibi gördükleri kesmin hem Atatürk’ü hem de cumhuriyeti daha çok yıpratmasına ön ayak olduğunun farkında değillerdir. Daha da ilginci, Atatürk’ün tabana yayılan seçkinlik fikrinin zıttı olan yaşam tarzları ve düşünce yapılarının bile farkında değildirler.
Beyaz Türkler’in Batı hayranlığı klişelerden ibarettir. Batıyı anlamazlar. Anlamak da istemezler. Onlar için batıyı batı yapan, sadece paradır.
Beyaz Türkler için halk cahildir. Bilgi ve eğitim önemlidir. Kendileri her şeyi bilirler. Teknolojiyi ve bilgiyi yüceltirler. Bilgiyi yüceltseler de, bilgi de tüketim ürünüdür aslında. Tüketebildikleri bilgiye tahammül ederler. Kendileri gibi düşünen gerçek bir seçkin varsa, onu yüceltip, her konuda konuştururlar. Bilginin doğruluğu yanlışlığı, yorum olup olmaması önemsiz olur o andan itibaren. O ağızdan çıkanlar, her türlü doğru bilgidir. Önemli olan istediklerini duymaktır.
Tüketim demişken, her şeyi de yapmak isterler. Çakma entelektellerdir. Eleştirel düşüncenin yerini, karşı oldukları değerleri küçümsemek, hayran oldukları değerleri ise en yüzeysel haliyle benimsemek alır. Batının müziği, operası, filmi her şeyi idealdir ama ilginçtir ki, bu konuda İran kadar başarılı ve gelişmiş değiliz. Çünkü bizimki sadece yüzeysel bir yaklaşım. Basit bir hayranlık. (İran övmeden duramadım ama sinemadan çok batı müziğine yaklaşımları bu sefer övgüm)
Kısacası beyaz türk, eğitim seviyesi yüksek, ekonomik refahı yüksek kesim. Genelde uluslararası şirket çalışanı ya da eğitimini yurtdışında tamamlamış, bir kısmını yurtdışında yapmış insanlardan oluşuyor.
Her şeyi bilen, kendi doğruları dışında her şeyi yargılayan; dünyayı sadece kendi penceresinden gören bir kesim. Çoğunlukla onun için gelişmişlik batılılıkken, geriye kalan her şey gericiliktir. Türkiye ise iyi yönetilse tam bir batı ülkesi ama insanlar cahil kuzum.
Beyaz Türklerin, iyi yanları aslında kozmopolit olmaları, farklılıklara açık olmaları, sanata ve kültüre merakları. Her ne kadar bunu tam başaramasalar da. Aslında bir o kadar da kapalılar bu nedenle. Özellikle taşra kökenlilerse, milliyetçilik ve inançtan kopamamaları açık görüşlülükle çelişmelerine neden oluyor ya da farklı değerlere gözü kapalı bağlanmalarına. Yani tam da olamıyorlar. Yine de anlamaya çalışmaları, açık olmaları avantaj eğer kibirleri ağır basmıyorsa.
Dezavantajlarının başında ise sosyal eşitsizliklere karşı kayıtsız olmaları ve empati eksiklikleri. Bunun en büyük sebebi de, gerçeklerden kopuk, izole yaşamaları. Kendi balonlarının yaratmaları. Örneğin, birçok kişi rezidansta, tam takır sitelerde yaşamayı tercih ediyor. ‘İyi Mahalle’, ‘iyi muhit’ . Bunun anlamı yeterince izole olabilmek. Boş zamanlarını da, yine izole spor tesislerinde, kendi gibi düşünen kişilerle, kendi gibi düşünen mekanlarda geçirince; bu kopukluk daha da derinleşiyor. Kopukluğun giderecek en önemli şeylerden bir tanesi edebiyat ve sinema. Fakat çok kitap okuyoruz havasına girseler de, ya okumazlar ya da sadece hap bilgi veren kitapları okurlar. Sinema tercihleri de, yine ana akımdan; hollywood’dan yana olunca kendi çevrelerinden kopuk olmaları, empati kurmakta zorlanmaları doğal. Hayata dair hiçbir bilgilerinin olmaması da. Zaten yine bunun sonucu olarak, kötü olan her şeyden açma eğilimi göstiyorlar. Olumsuz bir şey duymayalım, düşünmeyelim, hem olumlu olalım. Olumlu düşünelim…
Hal böyle olunca sosyal eşitsizlik sadece sosyal medyada tüketim ve şov amaçlı bir materyale dönüşüyor.
Diğer olumsuz yanları ise, batı merkeziyetçi bakış açıları yüzünden kendi kültürel kimliklerini kaybetmeleri. Bunu da, kültürü düğün gelenekleri, batıl inanç olarak algılayarak meşrulaştırırlar. Küreselliğin getirdiği ana akımı modernleşme olarak algıladıkları için, standartlaşan yenilere uymak onlara normal gelir. Çünkü eski kötüdür, gelenek ve görenekler yersizdir. Her ne kadar, batının yüzlerce yıllık geleneklerine, korunan ‘old town’larına hayranlıkla baksalar da. Kısacası, çok kültürlülük ve dünya vatandaşı olmak Beyaz Türkler için kültürel zenginlik değil, batı normlarında standartlaşmak. Bu arada hep batı diyorum ama aslında batıdaki çeşitliliği düşününce bu tabir de yanlış Daha çok tüketim kültürü ve hollywood’un verdiği batı imajını kasediyorum.

Leave a comment