Zoraki Sosyal

Almanya’ya geleli 10 sene oldu. Bu on sene içinde hem dünyada hem de Türkiye’de bir sürü şey yaşandı. Türkiye’den uzak kalmak istesem de, ister istemez gündemin içinde kaldım. Öte yandan da, kimi okumaya, kimi çalışmaya gelmiş bir sürü Türk’le de yolum kesişti. Onların adapte olma süreçlerine, olaylara karşı reaksiyonlarına, Türkiye özlemlerine, yabancılarla etkileşimlerine şahit olunca bazı şeyler dikkatimi çekti.

  • Türkler birçok millete göre daha ön planda olmayı sevse de, diğer kültürlerle etkileşim anlamında oldukça zayıf. Birnevi asosyal.
  • Övündükleri hiçbir şey bugünün gerçeklerini yansıtmıyor, Genelde geçmişe takılıp kalıyorlar. Kültür algıları, diğer milletlere göre çok sığ. (bu aslında gelişmekte olan ülkelerin genel sorunu)
  • Kafa olarak sağ politikalara yatkın. Tutucu. Sosyal politika algısı yok. Ne özgür birey olabiliyorlar; ne de ortak yaşamı benimseyebiliyorlar.
  • Kapitalizmin en vahşi halini, normal olarak benimsemiş.

Buradan bir sürü yazı çıkar ama beni bugün daha çok düşündüren son iki madde oldu. Aynı zamanda hem Almancıların hem de yeni nesil kalifiye göçün davranışlarını en iyi açıklayan da bu son ikisi.

Photo by Jingxi Lau on Unsplash

Sağ ideolojiler, dünyanın her yerinde; devletin her gücünü kullanırken, devlet kontrolüne karşıdır. Devlet gelirine karışmasın, kural zorlamasın istediği gibi at sürebilsin. Sorumluluğu bireye bırakır. Yani fakir rekabet edemediği için fakirdir. Zenginlik ise Allah’ın lütfu.

Hem birey olarak hem de ideolojik olarak ekonomik büyüme ve serbest piyasa öncelikleridir. Yüksek vergileri sevmez. Ama konu sosyal hayata gelince devletin her şeye karışmasını, kişinin cinsel özgürlüklerinin, inanç yelpazesinin daralmasını isterler. Herkes benim gibi inanıp, benim değerlerime tapsın.

Ulusal gurur ve milli savunma; uluslararası değerlerden, anlaşmalardan daha önemlidir. Güç odaklı liderliği severler. Güçlü ordu önemlidir vs.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye hep sağ merkezli bir ülke oldu. Buna CHP, DSP gibi partiler, Atatürk dönemi de dahil. Sol zannedilen bu partilerin tek farkı biraz daha halkçılık ve sosyal adalet arayışı. Böyle olması da normal aslında. Geçmişi dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi. Sonrasında bir lider eşliğinde kurulan ve birçok şeyin halka rağmen yapıldığı yeni cumhuriyet sonrasında ise aynı gücü alabilen adamlara aşık olan bir halk. ‘Masaya yumruk vurmak’ halkın istediği tek hareket.

Bugüne baktığımızda yine aynı. Efendi, dürüst politikacılar değil; daha çok ses çıkaran, güçlü gözüken, diğerlerine kafa tutan imajlar populer çünkü halkın beklentisi o. Yani herkes kendi otokrasisini istiyor.

Belki de asırlardır gelen bu tutuculuk ve sağ politikalara yatkınlığın sonucu da, bugün geldiğimiz nokta.

Kapitalizmin en vahşi halinin yaşanması, gelir uçurumlarının artması, empati eksikliği, sosyal problemlerin artışının en büyük sebebi son 20 sene sağ politikaların daha da kuvvetlenmesi ve daha sağa kayması. Tabii ki dünyadaki sağ sol ayrımının netleşmesi de, diğer etkenler. Peki niye bu kadar vahşi bir kapitalizm var?

Bu sorunun cevabını vermek zor ama en başta anlattığım sağ görüşün bunda etkisi fazla. En ikel halimizle düşünüp, doğanın en vahşi ve ilkel halini normal kabul ediyoruz. Bir de, hem tarihsel hem de eğitimsel olarak kendimizi özel hissetmemiz var. En iyisi biziz, biz özeliz algısı. Yaptığımız her şeyi, gösterme isteği. Bu da kapitalizmin doğasına çok uygun. Kendini özel hisset, daha fazla harca, daha fazla sahip ol. Sen bunu hakkediyorsun. Senin kanın asil, sen en iyisisin, 7 düvele hükmettin, ataların şunu yaptı bunu yaptı gibi söylemlerle ne kadar örtüşüyor değil mi?

Çocukken de aynı. Hep özel olduğumuz, her şeyi başarabileceğimiz söyleniyor. Sürekli bir yarış halinde büyüyoruz. Sınavlar, kıyaslamalar. Hep daha iyisi ol. Diğerlerini geç. Daha çok çalış daha çok kazan. Diğerleri ezilsin, elinden tutma. Sen hakkettin, o yüzden buradasın. Bu mentalite de, aynı sağ düşüncenin bir türevi. Doğumdan itibaren maruz kaldığımız düşünce yapısı bu.

Photo by Elyse Chia on Unsplash

Türkiye, bugün öyle bir noktaya geldi ki, sağ enkazdan çıkmak için sağ görüşün en ucunda olan partiler bile sosyal adalet, sosyal politikalar sunmaya başladı. Onların bu kayışı, solumsu partileri daha da sola itti.

Özünde cumhuriyetçi olan, sosyalist enternasyonal üyesi olmasına rağmen birçok konuda tutucu bir parti olan CHP de, bundan nasibini aldı. Belki de ilk defa sol parti olmaya başladı. Fakat onların bu liberalizm, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, demokratlık dikdörtgeninin ortasında kalan sol gibi davranışı bile tepki görüyor insanlardan. Azınlık sol partiler ise, söylemlerinden bağımsız terörist ilan ediliyor. Zaten onlar da, yine bir şeylerin tutucusu ya da gereksiz bir rüya yaşayan romantikler neticede. Tam da sol sayılmaz. Sadece Türkiye şartlarında.

Sonuçta ne olursa olsun, bir çok insandan tepki görüyorlar. Çünkü taban muhafazakar. Sadece dini değil, aynı zamanda ideolojik olarak. Açık görüş, eleştirel düşünceye yer olmadığı gibi; güçsüz olanın konuşmaya da hakkı yok. Türkiye; iktidarıya, muhalefetiyle, tabanıyla bir değişim geçirmediği ya da değişime zorlanmadığı sürece; düzgün bir gelecekten bahsetmek de imkansıza yakın.


Türkiye’yi kurtarıp konuyu kahvehane muhabbetine çevirdiğimize göre, konunun başına dönelim. Türklerin davranışları.

Photo by Shane Rounce on Unsplash

Örneğin, Almanya’ya göçen Türklerin dikkatini ilk çeken şey hizmet sektörü oluyor. ‘Türkiye’de hizmet var abiii’ demeyi seviyorlar. Parayı veriyorsun ve istediğin her hizmeti alıyorsun. Araban yıkıyorlar, kar kış demeden gece yarısı sıcak evinden verdiğin siparişi getiriyorlar, benzinini dolduruyorlar, her şeyi anında temizliyorlar, sipariş verince anında geliyor, sürekli bir ilgi bir servis. Paran varsa, lordsun. Burada da öyle zannediyorlar ama öyle olmuyor. Para ne kadar önemliyse, hizmeti veren çalışanın hayat koşulları da o kadar önemli. Bu işi seçtin, şimdi altından ezil. Bu senin işin, sıkıntısını sen çekeceksin. Beni ilgilendirmez, ben müşteriyim kardeşim diyemiyorsun.

Ne kadar acı değil mi? Hizmet edeni, köle gibi görüyoruz. Bu görüş aşağı yukarı herkesin görüşü. Türkiye’ye her gittiğimde, müşteri ile kavga eden garson görüyorum. Müşteri genelde, ahkam kesiyor; istediği gibi olmadığı için ortalığı ayağa kaldırıyor falan.

Photo by Nicholas Kusuma on Unsplash

Dikkatimi çeken bir diğer şey de, buradaki Türklerin marka merakı, ev alma isteği, iyi araba arzusu. Her şeyin markalı olmasını seviyorlar. Markayı göstermeyi, onunla övünmeyi, ‘ay şekerim bunu da şu kadara aldım. Ay ne kadar uygun değil mi?’ demeyi seviyorlar. Çünkü Türkiye’den öyle öğrenmişler. Paran kadar adam olduğun, markalarla dikkate alındığın bir ülke. Aldığım outlet ya da ikinci el ürün markalı ise; anında birisi ‘çok güzelmiş’ diyebiliyor mesela. Ama markasızsa ya da bilmedikleri bir markaysa bunu duyamazsınız. Algı çok ilginç değil mi? Marka dedektörü gibi Türkiye’den gelenler. Bunu söyleyenler ortalama insanlar değil, tam tersine eğitimli, kalifiye insanlar. Aksi olsa anlarım. Çünkü kendilerini Almanlara karşı ezik hissettikçe, Türkiye’ye karşı da burada bok gibi işlerde çalışıyoruz imajı vermemek için materyale daha fazla değer veriyorlar. Ama eğitimli insanların bunu yapması ilginç. Bence sebebi, sağ politikaların sonucu oluşan vahli kapitalist anlayış.

Araba konusu da aynı. Avrupa’yı anlatırken, herkes bisiklet sürüyor diye özene özene anlatırken, kendileri genelde bırak bisikleti; yürümeyi bile bırakabiliyorlar. Çünkü lüks araba daha önemli.

Benzer bir durum yaşam alanları ile ilgili de benzer. Türkiye’de ortalama bir beyaz yakalı iyi para kazanıyor. Para kazandıkça da, kendini daha üstün görüyor. İçinde kalan hırsların da bir sonucu olarak, yaşam alanı tercihi ‘nezih’ yerler oluyor.

Peki ‘nezih’ ne demek?

Anladığım kadarıyla artık ‘nezih’ residanz ya da isole alanlar demek. Yakında migros olsun, avm olsun, sitenin güvenliği olsun, dışarıdan giren çıkan olmasın… Bu nezihin devamı sitenin havuzu olsun, spor salonu olsun. Spor salonunda her imkan olsun, sürekli açık olsun, istediğim zamanda gideyim. Marketler hep açık olsun. Kapıcı olsun, ha dediğimde gelsin, höyt dediğimde gitsin.

Photo by Social History Archive on Unsplash

Böyle bir nezihlik, Almanya’da standard değil, normal değil. Böyle yerler var mı? Var yok değil ama o insanlara bakış da hoş değil. Ya da o insanların gittiği yerlere, ortalama bir vatandaşın girmesi imkansız değil. Dolayısıyla bir komşunuz işsiz, bir komşunuz öğrenci, diğer komşunuz öğretmenken; başka bir komşunuz da, evin önüne Rolls Royce çeken zengin bir avukat olabiliyor. O avukatla, sizin çocuğunuz aynı okulda okuyabiliyor, aynı yerde yiyip içebiliyor, arkadaşlık edebiliyor, birbirlerinin evini ziyaret edebiliyor. Çünkü ne o Rolls Royce ne de yaşadıkları malikane kimse için bir anlam ifade etmiyor. Benzer şekilde bir maragoz, bir kamyon şoförü, bir mühendis, bir doktor, bir fabrika işçisi iş çıkışında beraber bira içebiliyor. Bu garip bir şey değil. Türkiye’de ise tam tersi. Devlet okuluna göndermeyeyim, kesinlikle özel. Devlet hastanesine gitmeyeyim, kesinlikle özel. Halk plajında yüzmeyeyim, kesinlikle beach club. Bu işin sonu yok. Bu arada böyle olması da normal. Sistem buna zorlayınca, başka seçenek kalmıyor ama algı da bozuluyor. İster istemez nesne ve materyal hayatın merkezin oturuyor. Geriye kalan her şey manasızlaşıyor.

Sonra da, neden avrupalı gibi gezemiyoruz, olamıyoruz deniliyor. Gezerken bile Türklerin bir çoğunun tek amacı gidilen yerlere bir yenisini eklemek. Genelde sergi gezer gibi, eski binalara bakıp, oradaki insanlarla hiçbir iletişim kurmadan, yaşam tarzlarını öğrenmeden dönüyor insanlar. Ya da populer yerlerde takılıp, fotoğraf çekip egolarını tatmin ediyorlar. En iyi yemek nerededir, en iyi bar hangisidir, en iyi restoran neresidir, en iyi müze hangisidir. Hep ‘en iyi’.

Bu yerleşmiş ve farkında olunmayan refleklerin sonucu ise, genelde hüsran oluyor. Çünkü Türkiye’deki gibi eve yatırdığınız para 3 seneye beş katına çıkmıyor. Giydiğiniz markalar, altınızdaki araba, gittiğiniz restoran, cebinizdeki para, çocuğunuzun gittiği isimli kolej Türkiye ya da gelişmekte olan, az gelişmiş ülkelerdeki gibi bir karşılık bulmuyor. Pazar günleri alışveriş merkezleri, marketler açık kalmıyor. Orada çalışanlar da, tatil yapıyor. Fabrikada çalışan bir işçi; doktordan, mühendisten, mimardan, öğretmenden daha fazla para alıyor ama itibar parayla ölçülmüyor.

İşleriniz de aslında bir anlam ifade etmiyor. Hobileriniz, arkadaşlarınızla geçirdiğiniz vakit, farklı ilgileriniz, kültürell aktiviteleriniz farkınızı ortaya koyuyor.

Tüm bunlar yüzünden Türkiye’ye dönen de gördüm, canı çok sıkılan da. Çünkü hayatlarından para hırsını çıkarınca, işlerindeki ünvanlarını alınca geriye bir şey kalmıyor. Entegrasyon konusundaki en büyük problem de, bu beklentilerle gerçeklerin çatışması. Bu mantık farkları Türkiye’de paranın nasıl itibar objesine dönüştüğünü, insanların kendinden ne kadar uzaklaştığını da gösteriyor. Nasıl vahşi bir kapitalizmi benimsediğini, bu sistemi nasıl en kötü haliyle yaşadığını ve bunun nasıl normalleştiğini gösteriyor. Her şeye sahip olayım isteği, nasıl koca bir ülkeyi yiyip bitiyor. Bir yandan gereğinden fazla bireycilik, öte yandan da büyük bir çelişki. Geldiğin yeri seçme sebebin; hayat standartları ama o standartları sağlayan yüksek vergiler, ortak değerler ve kuralları benimsememe.

Türkiye’den gelen en eğitimlisi de, eğitimsizi de bu şekilde. İdeolojilerden, fikirlerden, inançalardan, kültürden bağımsız tüketim ve sahip olma isteği. Kendini sahip olduklarınla tanımlama.

Photo by Dan Gold on Unsplash

Tüm bu eleştirilerin yanında şunu da belirtmekte fayda var. Almanya’da da, sağ var. Liberaller var. Mal, mülk edinmeyi marifet sanan, hayatını buna adayan insanlar var ama bu ortak bir kültür ve algı değil. Normal hiç değil. Hatta tersine basit insanlar olarak görülüyor.

Belli temelde mülk edinmeye elbette karşı değilim ama işin bir de diğer tarafı var. Bu dünyayı bu kadar insanla paylaşıyorsak, empati yapabilmeli ve hayatımızı da, ona göre şekillendirebilmeliyiz. Örneğin, dünyanın en büyük felaketlerinden bir tanesi küresel ısınma ve iklimsel değişim. Sürekli büyüyen, küçümsenen bir sorun. Bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi de, yarattığımız sistem. Gelişmiş ülkeler belli bir doygunluğa eriştiği için, buna karşı aksiyon almaya başlayabildiler. Yeni sanayileşen bizim gibi ülkeler de, kısmen bu değişimi hızlı adapte etmek zorunda kalacaklar ama gelişmekte olan ülkeler, az gelişmiş ülkelerin önce bir gelişelim de, sonra bakarız deme lüksü yok.

Benzer şekilde finansal yıkım da, beklenen felaketler arasında. Kaynak kıtlığı, pandemi. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı sorunlar. Yarattığımız sahip olma dünyasının bir sonucu.

Yine sistemin sonucu olarak gelir eşitsizliği, ormanların yok olması ve kuraklık, dönüşümsüz çöp üretimi, şirketlerin güçlenmesi… Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı. Literatürdeki tabiri ile Uluslararsı Liberal Düzen artık yavaş yavaş çöküyor. Sosyal politikalar önem kazanıyor.

Buna karşı; yüksek vergilendirme, gelir ve lüks vergisi, karbon vergisi, evrensel temel gelir, güçlü işçi sendikaları, güçlendirilmiş işçi hakları, yenilenebilir enerji yatırımları, karbonsuz üretim, veri gizliliği protokolleri, evrensel sağlık sistemi, temel ev sahipliği gibi birçok önlemler alınıyor ve konuşuluyor.

Dikkat ettiyseniz, üretim yöntemleri de değişiyor. Eskiden fazla üretilip, depolanıp satılırdı. Stok fazlası ucuza verilirdi. Şimdi ise birçok şey sınırlı ve talebe göre üretiliyor. İhtiyaç fazlası üretim engelleniyor.

Araç paylaşımı, bisiklet paylaşımı, scooter paylaşımı, ev paylaşımı gibi ortak kullanım fikirleri artıyor. Bence böyle de olmalı. Otomobil sahip olunan şey olmaktan çıkmalı. Yılın çoğunu boş geçiren evler işlevsel olabilmeli. Sahibi bundan para kazanıyorsa kazansın ama ev kullanılsın. Ev içi işler için kullanılan araç gereçler paylaşılabilmeli, yılda bir iki kere kullanmak üzere alınan ev eşyaları yerine, bunlar geçici kiralanabilmeli. Yazlık, yalıların yerine herkesin kullanabileceği ortak alanlar artırılmalı. Sahip olunan şeyler, temel ihtiyaçlar olmalı. Temel ihtiyaçlar da, sürekli güncellenen bir liste olabilir mesela. Tonlarca aynı ürünü üreten üretici yerine, aynı ürünün farklı parçalarını üreten üreticiler olsa; ürün kalitesi artsa, uzun yıllar kullanılabilse kötü mü?

Vergilerin karşılığı olarak fakirlik azalsa, evsiz azalsa kötü mü?

Bunların hepsi aslında cebinizden eksiliyor demek. Böyle olacak, olmalı da.

Bunun tersi olursa, bir gün aç, tok olanın boğazını kesebilir. Bireylerin birbirine olan nefreti artar, ortak paydalar azalır. Her yer yaşanmaz olur. Türkiye’nin yaşadığı da şu an bu. Gelir uçurumları arttıkça, suç artıyor, sorunlar artıyor. Sorunlar arttıkça, insanlar kendini izole ediyor ya da kaçıyor ama kaçtıkları yerde kötü alışkanlıklarına devam ediyorlar. Çünkü öğrenilmiş, düşüncelerinin sonucu olarak bunları yaşadıklarının farkında değiller.


Zihnimden geçenleri yazıya aktarınca, birbirinden kopuk bir anlatım oldu. Ne anlattığımı ben de bilmiyorum. Buraya kadar okuduysanız, teşekkürler. Yorumlarınızı, karşı argümanlarınızı bekliyorum.

,

Comments

Leave a comment