Vega hikayesinin devamı… Vega için tıklayın.
Uzun tatilin ardından yine eski yerimdeydim. Yalnız ve kafam karışmış. Tekrar hayatımın nasıl gittiğini düşünüyordum. Her şey anlamsız, sahte ve birbirinin kopyası gibi görünüyordu. Tek umut kaynağım olan tek şey Emma’ydı.
Onunla geçirdiğim, gerçekten garip bir deneyimdi. Sadece 5 gün birlikteydik ama sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi hissettik ve bin yıl birlikte geçirmişiz gibi geldi. Tatil sona erene kadar bunu fark etmemiştim. Tatil sonrasında ise büyük bir boşluk oluştu. Bu tatilden önce hiç bir anımın, deneyimimin veya yaşamımın olmadığını hissediyordum. Arkadaşım olmadığını, akrabalarımın olmadığını, hayatımda sadece Emma’nın olduğunu hissediyordum. Bu çok garip bir duyguydu. Yollarımız birbirinden çok farklıydı. İkimizde, birbirimiz için bir rüya ve güzel bir anı olarak kalma konusunda anlaşmıştık ama bu anı, beynimi ele geçirmişti. Ne yaparsam yapayım, onun üstesinden gelmek imkansızdı. Zihnimde, rüyalarımda ve hayatımda sıkışıp kalmıştı.
Umut bizi hayatta tutan şeydir, ama bu umut beni öldürüyordu. Çoktan günler geçmişti ve hala boş hissediyordum.
Birkaç gün sonra, sonunda dışarı çıkmaya karar verdim. Biraz güneş ışığı, etraftaki insanlar belki beni motive edebilir; anın ve gerçekliğin tadını çıkarmama yardımcı olur diye düşündüm. Gerçekten bir an için işe yaradı. Sadece bazı yerleri ve köşeleri ona ayırdım, böylece sadece bu noktalarda onu düşünüyordum. Tekrar çalışmaya başladım, aynı sahte yüzlerle, yüzeysel ilişkilerle, tamamen birbirinin aynı şekilde geçen günlerle rutinime döndüm.
Tatilden bu yana 5 ay geçmişti ve onu zihnimde gömmeyi başarmıştım. Anılarla özdeşleşen yerler de silinip gitmişti ve hayatım, zihnimdeki hayaleti yok etmişti. Normale dönmüştüm.
Her şey çok daha iyiydi. Daha iyi standartlarım vardı, daha iyi bir işim, daha iyi arkadaşlarım ve daha iyi bir ruh halim.
Bir gün yine işten çıktım ve tuhaf bir şey hissettim. Bir ses beni çağırıyordu ama tanıyamıyordum. İçimdeki bir his, daha önce hiç gitmediğim şehrin diğer tarafındaki restorana gitmemi önerdi. Onun hakkında çok şey duydum ama bu sefer ziyaret etme zamanının geldiğini hissettim. 30 dakika sonra, hiç tereddüt etmeden oradaydım, ama ne yapacağımı da bilmiyordum. İçeri girdim. Kalabalık değildi, bu yüzden şehrin ve gökyüzünün güzel manzarasına sahip iyi bir yer bulabildim. Favori viskimi sipariş ettim ve anın tadını çıkardım. Her şey ilginç bir şekilde harikaydı, sadece kafamdaki sesler hariç. Bir an bile durmadan devam ediyor gibiydiler.
O an geldiğinde, köşede bir yüz gördüm. Emin değildim ama Emma gibi görünüyordu. 10 dakikalık bir düşünce süreci sonrasında oraya gittim ve karşıdaydı. Emma benim yüzüme gülümsüyordu. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sessiz kalmayı ve onun söyleyeceklerini beklemeyi tercih ettim. Aynıydı. Bu garip sessizlik birkaç dakika sürdü ve sonra onu masama davet ettim.
Sonunda bir aradaydık ve umut gerçeğe dönüştü. Bu buluşmanın bizi mutlu ve rahat hissettirmesi gerekiyordu, ama öyle olmadı. Tatilimiz, hislerimiz, isteklerimiz ve her şey hakkında konuştuk. Her kelime daha da garipleştiriyordu. Her kelime bizi birbirimizden uzaklaştırıyordu. Aramızda aşılamayacak bir duvar vardı.
Her açıdan çok benzerdik. Belki de sorun buydu. Çok yakındık ama aynı zamanda bu yakınlık bir mıknatıs gibi işliyordu. Bizi birbirimizden uzaklaştırıyordu. Ayrıca ona kızgındım çünkü uzun bir acılı dönemden sonra onu unutmuştum. Aniden belirmesi olabilecek en kötü şeydi. Sessiz kaldı. İkimiz de birbirimizi unutmak için her şeyi yaptık. Bu ana kadar birçok şey yapılmıştı. Yeni arkadaşlar, yeni iş, yeni çevre… Her şey, birbirimizi unutmak içindi. Bu yüzden onu görmek çok acı vericiydi.
Yüzü beni alt ediyordu. Varlığı bana işkenceydi. Bana ne kadar bencil olduğumu, her şeyde nasıl başarısız olduğumu, isteklerimin gerçeklikle nasıl uyuşmadığını, kendime karşı nasıl objektif olamadığımı, kendimden ne kadar uzak olduğumu anlatıyordu. Her şeyim başarısızdı. O masada, beni durmaksızın dövüyordu. Sahtekardım. Her zaman olmaya çalıştığımdan başka bir adamdım. Yıkılmıştım.
Bir süre sonra konuşmayı bıraktı. Neredeyse nefes alamıyordum. Gözlerime bakıyordu ve son sözleri şuydu: ‘Ne yaparsan yap, kaçamazsın.’
Ben, kaçmadığımı söyledim. Bu sadece hayatımı mahveden bir rüya ve umuttu. Onu unutmalıydım. Hayatımı yaşamalıydım. İyi hissetmek için her şeyi değiştirmem gerekiyordu. O, her şeyi bırakıp kaçma fikrini savundu. Uzun zamandır beni aradığını söylüyordu. Buna inanmadım, ama konuşmaya devam ettim. Hayat, kendimiz, isteklerimiz, hayallerimiz, deneyimlerimiz, anılarımız, çocukluğumuz hakkında her şeyi konuştuk. Mümkün olan her şeyi birkaç saat içinde konuştuk. Artık geceyarısı olmuştu. Emma tuvalete gitmek için ayrıldı, ama bir daha geri gelmeyeceğini hissettim. Bu arada garsonu çağırdım ve hesap istedim. Hesap geldiğinde başka bir şok yaşadım. Siparişlerimin listesi büyük bir şaka gibi görünüyordu. Hesaba göre, kendimi, etrafımdaki insanları, ailemi ve zamanı yemişim. Bu beni sinirlendiren bir şaka olmalıydı. Birden kalbim hızlandı, ellerim titremeye başladı ve ateş bastı. Bana neden böyle bir şaka için bu kadar sinirlendiğim bile şaşırtıcı geliyordu ama durduramıyordum. Nefes almak zorlaşmıştı ve hatta görüşümü kaybetmeye başlıyordum.
Bir süre sonra garson geldi. Hala şoktaydım ve başım öndeydi. İyi olup olmadığımı sordu. Hayır, iyi değildim, ama taksi veya ambulansa ihtiyaç duymuyordum. Sadece ödemem ve gitmem gerekiyordu. Bu şaka hiç komik değildi. Sonunda Emma geri geldi ve başımı kaldıracak gücü buldum. Gözlerimi açtım ve onun gözlerine baktım. Her şey aniden değişti. Yere düşmüştüm ve yukarıdaki aynaya bakıyordum. Ortada ne garson vardı ne de başka birisi. Hiç tanımadığım birisi beni hastaneye taşıyordu.

Leave a comment