Şubat ayında ilk defa Avrupa dışına seyahate gittim. Hedef Kolombiya’ydı. Bogota ve Medellin. Ülke ile ilgili onca haber, dizi, film izledikten sonra bu seyahat beni heyecanlandırmadı desem yalan olur. Bu yazıda, kişisel gelişimi biraz salıp, oradaki gözlemlerimi aktaracağım. Daha fazla fotoğraf için Instagram-Highligts (@bahadrhancicek)
İlk durağımız başkent Bogota’ydı. Uçaktan indiğimizde, dünyanın diğer ucuna gitmiş olmanın verdiği garip bir his vardı. Birçok bilinmeyen, soru işaretleri, heyecan ve biraz da çekingenlik. Daha önce 23 ülke, 119 şehir gezmeme rağmen garip bir çekingenlik vardı. Nedeni büyük ihtimalle, ülkede neler ters gidebilir üzerine yaptığım onca araştırmaydı. Mesela birisi para ve cüzdanınızı almaya çalışırsa direnmeyin diyorlardı. Direndiği için vurularak öldürülen turistler olmuş. Benzer şekilde kaçırılma ihtimaline karşı sokaktan taksi çevirmeyin diyorlardı.
Güvenliği geçerken biraz rahatlamıştık. İnsanların enerjisi ve güler yüzlülüğü bizi de rahatlatmıştı. Dışarı çıktırıp para bozdurduğumuzda ise yine dizi sahneleri aklıma geliyordu. Para bozarken, pasaportu isteyip fotokopisini çekmeleri yetmiyormuş gibi ne iş yaptığıma kadar birçok detay istediler. Oradan ayrıldığımızda ise yeterince gelişmemiş her ülkede rastlanan havalimanı taksi dolandırıcılığıyla karşı karşıya kaldık ama neyseki sonunda düzgün bi taksi bulup şehre doğru yola çıktık. Gezi de burada başlıyordu.
Bölüm-1: Bogota
Takside çalan müzik, sürücünün eşlik etmesi, güler yüzü bizi oldukça rahatlatmıştı. Yolda ise dikkatimizi çeken şey ülkenin fakirliğinin yanı sıra insanların çeşitliliğiydi. Bu kadar çok kültürlü bir yer beklemiyordum. Medeniyetlerin ve kültürlerin kesiştiği tek yer anadolu değilmiş:p
Hostele ulaştığımızda, hostelin kapısındaki motorlu tip bize uzun uzun bakınca yine biraz huylandık. Hostel bir yandan eğlencenin olduğu yere yakınken, öte yandan önerilmeyen, güvensiz olduğu söylenen bir bölgedeydi. Tüm bu söylentiler bizi daha da huylandırıyordu. Sonrasında tüm çekincelerimizin boş olduğunu farkettik gezi süresince.
Hostel oldukça güzel ve güvenliydi. Hemen yerleşip, kendimizi dışarıya attık. İlk işimiz Botero Müzesine gitmekti. Böylesine ünlü bir adamın ve Picasso’dan, Matisse’e, Matisse’den Ernst’e birçok ünlü ressamın da tablolarının bulunduğu müzenin ücretsiz olması oldukça şaşırtıcıydı.
Fernando Botero(90)’yu bilmeyenler için not: Çizdiği şişman ve abartılmış; heykel ve resimlerinde, politik mizah ve eleştirileriyle meşhur ünlü Kolombiyalı sanatçı.
Müzeden sonra başkentin önemli meydanı Bolivar Meydanı’na gittik. Katedral, meclis ve adalet sarayı ile çevrelenmiş sıradan, turistik ama güzel bir meydandı. Biraz fotoğraf çekmeye başladığımızda ise yeni tuzakları keşfettik. Telefonu çıkarır çıkarmaz, birkaç kişi uzaktan bizi takibe aldı. Göz göze geldiğimizde ya da telefonları indirdiğimizde ise tekrar dans şovu izleyen kalabalığa karıştırlar. Güney Amerika’nın meşhur yankesicileri ile de böylece tanışmış olduk.
Bogota, 2625 m yükseklikte bir şehir. Bu yüzden ya da jetlag etkisi olsa gerek yorgun hissetmeye başlamıştık. Bolivar meydanından sonra hostele doğru yürümeye koyulduk.
Ara sokaklarda yürürken ise hostele gitme isteğinin yerini, keşfetme isteği alıyordu. Graffitili ve resimli sokaklar, her köşeden gelen müzik sesleri bizi daha çezbetti. Biraz içimizdeki sesi dinleyip, bomboş sokakları da geçince; kalabalık bir alana geldik. Her köşede dans edenler, onları izleyenler, müzik çalan sokak sanatçıları, onlara içkisiyle ya da esrarı ile eşlik eden kalabalık. Bir yandan tehlikeli olabilecek bir kalabalık, öte yandan ise insanın içini ısıtan neşe. Ülkenin havası bizi daha da içine çekmişti.

Tehlikeli olabilecek derken de, kastettiğim yankesiciler. Issız sokaklarda ise soygun nadiren adam kaçırma vs. de olabiliyormuş. Ülkede dikkatimizi çeken bir şey de, insanların soyulmak üzere dışarı çıkmasıydı. Yetecek kadar para, bazen yedek telefon.. minimum eşya. Çantaları ise genelde önlerinde taşıyorlardı.
Bogota’da 2.Gün- Monserrate
Hostel resepsiyonun uyarısı üzerine oldukça erken kalktık ve Monserrate’ye doğru yola koyulduk. Çünkü pazar günü ayin günüydü ve şehrin yerlileri oraya akın ediyordu. Bize turistler için uygun gün değil denildi ama bu kadar yerel insanı görme şansını kaçıracak değildik. Bizim için en iyi gündü. (Monserrate, Bogota’yı yukarıdan gören deniz seviyesinden yüksekliği 3152 metre olan bir dağ. )
Dağa yaklaştıkça, sokak cadde kalabalıklaşıyor, sokak satıcıları artıyordu. Yine her zamanki gibi her yerden müzik geliyordu. Dağa çıkmanın 3 yolu vardı. Yürümek (~3 saat), finüküler ve teleferik(sanırım pazar günleri çalışmıyor). Hayatımda gördüğüm en dik teleferik ve finüküler.
Finüküler sırasına girdiğimizde, erken gelmenin gerçekten iyi fikir olduğunu gördük. Saat 07:45 olduğunda sıranın sonu gözükmüyordu. Sırada ve yürüyen grubun içinde herkese rastlamak mümkündü. Genci yaşlısı, büyükannesini kiliseye götüren, çocuklarıyla olan, yürüyüşe hazırlanan, ısınan… Benim gözlemim, pazar günlerinin aile ve spor günü olduğu yönündeydi.
Finükülerle dağın tepesine çıkınca hava yine çarptı. Bir iki atıştırma ve dinlenmeden sonra kendimize geldik. Yürünecek yol o kadar olmasa da, kilisenin çevresi oldukça kalabalıktı. Kalabalık ise genelde oranın yerlisi olan insanlardı ya da en azından yerli turistti.

Dağın manzarası da, oldukça hoştu. Bir yandan İstanbul gibi kocaman bir metropol ve beton yığını, diğer tarafta ise orayı çevreleyen dağlar. Tabii ki, tertemiz bir hava. Biz manzaranın keyfini çıkarırken, yine manzaraya eşlik eden salsa müzikleri çalıyordu. Biraz dikkat kesilince, müziğin aslında salsa müziği değil, kiliseden gelen ilahi olduğunu farkedince yine aynı düşünce belirdi. Bu insanların neşesini hiçbir şey bozamaz. Her şeye rağman neşe ve umut onları ayakta tutan şey.
Zona Rosa
Zona Rosa’yı şehrin en güvenli bölgesi olarak okumuştuk. Aynı zamanda şehrin geri kalanına göre biraz daha pahalı. Kurtarılmış bölge gibiydi. Lüks araçlar, avrupalılar, lüks restoranlar. Daha çok turistler ve zenginler için paralel bir evren gibiydi. Biraz yiyip, içip ayrıldık. Görmek ilginçti ama şehrin geri kalanına göre çok sıradandı.
Ertesi gün Bogota’dan Medellin’e geçecektik. Havalimanına giderken yolda yine ilginç şeylere rastladım. Bunlardan bir tanesi, çim biçen adamların yola ot sıçramasın diye sürüklediği koruma duvarıydı. Tam bir inovasyon ülkesi. Şaka bir yana; Almanya ile bu kadar farklı oluşu Türkiye ile benzerliği ilginçti. İnşaat reklamları da benzerdi. İnşaat, inovasyon olarak tanıtılıyordu. Bir de mükemmel Opel reklamı. ‘çok alman’ :)
Havalimanına giderken kullandığımız taksinin sürücüsü Carlos Arturo adında orta yaşlarını tamamlamış, yaşlıık arifesinde bir Kolombiya’lıydı. Yol boyunca, ülkenin ve insanların tavrı ile ilgili izlenimlerimizi doğruladı. Konuşmayı seven, güler yüzlü, çok sıcak kanlı bir adamdı. Yol boyunca İspanyolcamızın yeterli olmadığını bile bile konuşmaya devam etti. Söylediklerinin çoğunu anlamıyorduk ama anlayana kadar uğraşıyordu. Medellin’de dikkat etmemiz gereken şeyleri, kaçınmamız gereken şeyleri anlatıyordu.(birkaç kelime ve hal hareketlerinden anladığımız kadarıyla). Bu ülkeye ispanyolca öğrenip tekrar gelmek lazım. Ya da ispanyolca öğrenmek için gelmek. Her iki türlü de, bambaşka bir tecrübe olacağına, eminim.
Bogota’ya dönüş
Gezinin Medellin kısmını daha sonra yazacağım. O nedenle Kolombiyada’ki son günümüz, Bogota’da geçirdiğimiz son günden devam ediyorum.
Artık güzel bir gezinin sonuna geldiğimiz için, çok kendimizi yormak yerine kısaca bir tur atıp, görmek istediğimiz son müzeyi de, görüp geziyi tamamlayacaktık. Öyle de yaptık.
Döndüğümüzde, önce hostele yerleştik. Hostelin resepsiyonu ingilizce bilmiyordu ve bunu dertte de etmiyordu. Artık bizim için ‘tipik’ bir Kolombiyalıydı. Dile gerek yoktu, her türlü anlaşmanın yolunu buluyordu. Yerleştikten sonra kendimizi yine dışarıya attık. Önce kısaca bir tur attık. Bu sefer Bolivar Meydanına bağlanan uzunca bir cadddeye doğru yürüdük. Şehrin en işlek caddelerinden birisiydi bu. Sağlı sollu sokak satıcılarıyla sarılı, müziğin ve dansın eksik olmadığı güzel bir sokaktı. Sokağın bir yerindeki kalabalık dikkatimizi çekti. İnsanlar merakla bir şey izliyordu. Gidince gördük ki, 4–5 tane satranç masası kurulmuş ve insanlar merakla bu maçları izliyordu. Oyunu bitirenin yerine, bir diğeri oturuyor. İzleyiciler ise, oyunu bitirenin oyunu üzerine yorumlar yapıyordu.(muhtemelen akıl verip, o hamle yanlıştı vs diyorlardı). Oyun oynayanlar genelde orta yaş ve üstüydü ama arada gençler ve çocuklar da vardı.
Sokağı baştan aşağı yürüyüp, Bolivar meydanına ulaştığımızda, meclisin önündeki protestocular karşıladı bizi. Che Guevara bayraklı, kırmızı giyimli protestocular daha çok protestonun sonu geldiğini gösteriyordu fakat meclisin önünde birçok çadır ve insan da, protestosuna devam ediyordu. Daha sonra öğrendiğime göre bunlar İnka azınlığıydı. Artan fiyatları, zorlaşan hayat koşullarını protesto ediyor ve sağlıkta, eğitimde vs. fırsat eşitliği isteklerini hükümete sunuyorlardı.
Oradaki turumuzu tamamlayınca, yemek için esnaf lokantasına gittik. Fiyatlar oldukça uygundu. (o güne kadar yediklerimizin neredeyse üçte biri). Her şey ispanyolca olduğu için, bahtımıza ne çıkarsa diye resmini beğendiğimiz bir tabağı istedik. Tabaktan önce çorba geldi. Ekmek, aparatifler, salatalar masa sürekli doluyordu. Bunları istemediğimizi söylesek de, garson el hareketleriyle hepsi beraber demeye çalıştı. Artık kalkamayacağımıza göre biz de ne geldiyse yedik. Ana yemek gelene kadar doymuştuk neredeyse. Aklımda ise iki soru vardı. Ya bunların hepsine ayrı fiyat koyacak ve bizi kazıklayacak; ya da bugüne kadar yediğimiz her yemekten kazık yedik. Cevap ikincisiydi. Diğer günler de, çok pahalı değildi ama bu yediğimiz fazlasıyla ucuzdu.
Salsa Parti
Bogoto’daki ve Kolombiya’daki son gecemizde bir bardan yer ayırttık. Yedik, içtik, canlı müzik dinledik. Yine salsa ağırlıklı müzik çalıyordu ve biraz sonra insanlar dansa başlamıştı bile. En başta aşırı motive, belli ki salsa dersleri almış avrupalı bir tip arkadaşlarını sırayla dansa kaldırıyordu. Her avrupalı salsa öğrenen gibi öne doğru eğilerek, abartılı hareketler yapıyordu. Aslında iyi dans ediyordu ama dans üzerine eğreti duruyordu. Biraz sonra, yan masamızda oturup, muhabbet eden ekip dansa kalktı. Onların kalkmasıyla her şey değişti. Sanki bambaşka bir danstı. Onlardan sonra diğer masadakiler de sırayla piste çıktı ve avrupalılar çekildi. Hep beraber hayranlıkla izledik.
Farklı olan neydi? Dans, onlar için yürümek, koşmak gibi bir şeydi. Hareketlerin doğallığı, neşeleri ve enerjileri oldukça etkileyiciydi. Partnerli, partnersiz herkes dansını ediyor; partner bulmak isteyen, yandaki masadakilere soruyor, dans edip kendi masasına geri dönüyor ve bir sonraki dansa kadar tekrar rahatsız etmiyordu. Avrupada’ki salsa partilerindeki gerginlik, dans etme/etmeme kararsızlığı, cinsel gerginlik, öne eğilerek dans etmeler, abartılı hareketler… Hiçbiri yoktu. Saf bir duygu dışa vurumuydu. Bize ise sadece izlemek ve neşelerini kıskanmak düştü.
Bogota’da son gün
Öğleden sonraki uçağa gitmeden önce kaçırmak istemediğimiz son aktiviteyi yaptık. Altın müzesi.

Altın, gümüş, bakır tarihinin yanında Kolombiya’nın tarihi de; en eski dönemden günümüze kadar güzel işlenmişti. Yerlileri, inançları, diğer kültürlerle etkileşimleri, kolonizm dönemi ve devamı. Oldukça ilginç bir müzeydi ama en çok ilgimi çeken şey coğrafyadan bağımsız tüm milletlerin benzer süreçlerden geçtiğini görmek oldu. İnanç, siyaset, sosyal yaşam süreçleri benzer aşamalardan geçmişti. Sanırım ne yaparsak yapalım, belli sosyal süreçleri her türlü yaşamak gerekiyor. Yaşamadıklarımız yanımıza kar olarak değil, ders alamadığımız bir engel olarak kalıyor.

Leave a comment