
Türkiye’de gündem neredeyse her saat başı değişiyor. Her gün farklı şeyler konuşuyoruz, farklı şeylerden şikayet ediyoruz, farklı konulara kafa yoruyoruz. Bu jet hızında değişen gündemlerin arasında sabit kalan yalnızca birkaç tane. Bİrkaç tane konu sürekli önümüze çıkıyor. Ne yazık ki, bunlardan bir tanesi de ‘KADINA ŞİDDET’.
Son 66 günde 67 kadın öldürülmüş, raporlanan şiddet vakaları ise artık anlam ifade etmeyecek kadar fazla. Bir o kadar, belki çok daha fazla da raporlanmayan şiddet var. Yani ben bu satırları yazarken, siz bu satırları okurken; birileri sevgilisi, eşi, babası, kardeşi, eski sevgilisi tarafından şiddete uğruyor. Halbuki etrafınızda buna dair en ufak bir emare yok. Kendi çevreniz bu şiddetten, psikopatlıktan uzak. Benim de öyle! Kim, neden, nasıl böyle bir şey yapar ki? Gerçekten anlamıyorum.
Tam sabah çayımı yudumlayım, instagramda zaman öldürürken ne göreyim? Yine birisi karısını öldürmüş. Bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü etrafımda bunu yapabilecek kimse yok ama her duyarlı vatandaş gibi aylardır kullandığım o yazıyı ve fotoğrafları postlamam lazım. Postlayayım ki, arkadaşlarım ne kadar duyarlı olduğumu görsün. ‘Kadına şiddete hayır!’, ‘İstanbul Sözleşmesi yaşatır!’. Artık görevimi tamamladım. İstanbul Sözleşmesi nedir pek bir fikrim yok ama iyi bir şey olsa gerek. Artık yapabileceğim tek şey, bekleyip en iyisini ummak. Ayrıca baya bir arkadaşım bunu paylaştı. Güzel çevrem var.
Toplumsal tepkiler gerekli. Nadiren de olsa etkili. Kadına şiddete karşı sessiz kalmamak da önemli. Fakat sorunu gerçekten anlıyor muyuz yoksa sadece arada yorum yapan seyirciler miyiz? Biz sorunun tam olarak neresindeyiz?
Tepki göstermeyin, ona tepki göstermiyorsunuz da şuna niye gösteriyorsunuz, konuyu sadece genel olarak ele alın gibi saçmalamayacağım elbette ama tüm bu şiddet olaylarının tesadüf olmadığı üzerine ve olay bazlı tepkilerin yanında genel bir perspektif de ortaya koymamız gerektiği üzerine bir şeyler yazacağım.
İlk sorumuz şu: Biz bu olayların neresindeyiz?
Çoğu zaman tepki verdiğimiz şeylere karşı tutumumuzla, günlük yaşantımız, bakış açımız birbiriyle çelişiyor. Erkek egemen ve duygusal bir toplumda büyüdüğümüz için birçok şey bize normal geliyor. Birçok şeyi kendi kendimize normalleştiriyoruz. Duygularımız ve drama sevdamız çoğunlukla mantığımızın önünde gidiyor.
Örneğin;
Erkek muhabbeti dediğimiz şeyin ne kadar seksist ve aşağılayıcı olduğunun farkında değiliz. Kaçımız böyle bir sohbetin içinde arkadaşlarını uyarıyor ya da utanç duyuyor?
Kaçımız küfür ederken aslında ne dediğinin farkında? Bununla ilgili düşündüğümüzde ise bahanemiz hazır. ‘Onu demek istemedim, mecazi olarak kullandım.’
Peki izlediğimiz dizi ve filmler? Elbette olan bir şeyi olduğu gibi yansıtmakö kurgusal bir karaktere daha maço roller ya da daha zayıf kadın rolü vermek normal. Burada politik doğruculuk yapmanın pek bir anlamı yok bence ama neden güçlü, tek başına ayakta durabilen, kendine güveni yüksek, elinden her iş gelen kadın modeline sık rastlamıyoruz? Rastlasak da bize garip geliyor?
Doğu avrupada biraz zorunluluktan, biraz da komunizmin getirdiği eşitlik anlayışından dolayı belki de kadınları hayatın her alanında görmek mümkün. Otobüs şoförü, inşaat işçisi, çöpçü, madenci, politikacı, yönetici, futbolcu vs. Özellikle bu meslekleri yazdım çünkü daha çok erkeklerle özdeşleşmiş meslekler. Sorun da burada başlıyor. Çünkü bu insanlar aksini düşünemiyor, kadın figürü bizde olanın aksine her işi yapabilen, kendi kendine yetebilen, özgür bir figür. Erkek figürü ise en az kadın olarak kırılgan olabilen, zaman zaman desteğe ihtiyaç duyan bir figür. Her ne kadar bazı konularda halen daha eşitsizlikler olasa da, aslında kadın erken ayrımı yok, tam tersine bahsettiğimiz şey insan.
Bizde ise tam tersi. Erkek evin direği, sahibi, koruyucu, kollayıcı, kaba, güçlü bir figür. Kadın ise tam tersi. Buna kadınlar da inanmış durumda. Yukarıdaki meslekleri Türkiye’deki kadınlara sorsanız bir çoğunun neredeyse iğrenerek baktığını, ne alaka canım diyeceğini görecekseniz. Aynı kadınların erkek tercihlerini sorduğunuzda yine ‘alfa’ diye tanımlanan erkeklere daha çok ilgi gösterdiğine şahit olacaksınız. Çünkü toplumsal öğreti, gelenek, bakış açısı bu ve bu bakış açısı tüm dünyada aynı şekilde sunuluyor. Kadın; seksi, duygusal, ihtiyaç sahibi, erkek ise tam tersi. Hal böyle olunca da kadın erkek eşitliği bir yana, kadının benliğinden bile bahsetmek zor. Toplumsal baskının yüksek olduğu toplumlarda ise yansıma çok daha farklı ve aşırı.
Birey olarak bizler de bu toplumsal bakışın parçasıyız. Bir şeye gücü yetmeyen bir kadının; ‘sen erkeksin, bunu halledersin’ dediğini birçok kez duymuşsunuydur. Ya da bir erkeğin, kadın olduğu için duygusal yaklaşıyor dediğini de.
Centilmenlik dediğimiy şeyi düşünün. Hesap ödeyen, eşya taşıyan, kendini öne koyan erkek modeli. Dünyanın her yerinde de bu aynı.
Bir de şunu düşünün; eşini aldatan ya da başka bir kadın hakkında konuşan bir erkek, kendini kurnaz ve alfa olarak görürken; eşinin ya da sevgilisinin de benzer şekilde davranabileceği hatırlatıldığında bunu tamamen reddedip agresifleşiyor.
Sonuç olarak, kadın ve erkeğe bakış her iki cins için de belli normlar ve limitler arasına oturtulmuş, bu da eşitlik anlamında büyük bir engel.

Gelelim diğer soruya: Gerçek sorun ne?
Türkiye’deki en büyük problemlerden birisi de sonuca aşırı ilgi gösterirken meselenin özünü kaçırmamız. Kadına şiddet sadece bir sonuç. Çocuğa şiddet, hayvana şiddet, doktora şiddet, polise şiddet, erlere şiddet, engelliye şiddet gibi, kısaca güçsüz olana şiddet. Dolayısıyla ardı ardına şahit olduğumuz şiddet olayları tesadüf değil. O sebeple de istediğiniz kadar ceza, yasak getirseniz de bu sorunları çözmeniz mümkün değil. Problem çok daha derin.
Hep muhabbetini yaptığımız bir konu var: ‘Türkiye’de sakin olanı, kendi halinde olanın, kibar olanın ezik zannedilmesi’. Konuyu açıklarken de, genelde aptallık terimini öne atıp işin içinden sıyrılıyoruz.
Bu insanlar aptal değiller. Sadece öğrendikleri, gördükleri, bildikleri bu. Doğadaki bir hayvan kadar ilkeller. Eğitime rağmen de böyle kalmayı başarıyorlar çünkü başka türlüsünü hayal edemiyorlar.
Son yıllarda ise eğitimin, anlayışın değişmesi, baskının artması, sosyal standartların düşmesi, sorunların üzerine bir o kadar daha eklenmesi, fanatikleşme, populizm gibi sayısız nedenden ötürü bu ilkellik daha çok ön plana çıkıyor. Yani asıl sorun sosyal çöküntü. Bu çöküntüye karşı savaşmadıkça da, ne şiddet ne de diğer sorunlar çözülebilir.
Ne yazık ki, büyük bir çoğunluk bu açıdan bakmıyor ya da bakmak istemiyor. Politik düzlemde düşünürsek, sorunları tek bir kişiye ve gruba yüklemek en basidi. Sanki o kişi ve gruplardan kurtulduğumuzda her şey değişecek gibi bir düşünce hakim. Bu da hepimizi kör ediyor. Sorunun parçası olduğumuz gerçeğini görmezden geliyoruz. Son 20 yılda daha da belirgenleşen sosyal enkazın farkında bile değiliz. Halbuki ekonomik, psikolojik her türlü olayın asıl kaynağı bu sosyal çöküntü. Bunun farkına varmadıkça da, daha çok mağdur, daha çok bunalımö daha çok kan göreceğiz. Çünkü farketmediğimiz her bir dakika, birkaç hatalık belki de aylık hasara yol açıyor. Ekonomiyi, teknolojiyi, kurumları birkaç yılda düzeltebilirsiniz ama sosyal hasarı düzeltmek asırlar, jenerasyonlar alabilir.

Leave a comment