Bölüm 1: Halit
‘Tanrım orada mısın? Benim Halit. Sana geliyorum. Beni güzel karşılayacak mısın? Bana bir gelecek sözü vermiştin. Sonsuz gelecek!’ diye düşündü Halit. Alnını acıyla yakan, damarlarını paramparça eden delik oluşmadan, son düşüncesiydi bu.
Halit, ailesi için büyük bir hediyeydi. Yüzündeki ilk gülümseme, tüm sorunları unutturmuştu. Oğulları dünyaya gelmiş ve dünyalar onların olmuştu.

‘Çok ironik değil mi?’ diye düşündü Nasif. Onca yıl; savaş, açlık, tehditler ve gelenekler derken hayatta kalmak için çok uğraş vermişlerdi. Defalarca baştan başlamışlar, daha iyi bir gelecek için, hayallerine ulaşmak için mücadele vermişlerdi. Sonunda hayallerinin peşinden koşabilecekken, küçük bir insan hayatlarının orta yerine konmuş ve diğer her şeyden vazgeçmelerini sağlamıştı. Kulağa çok saçma gelse de, gördükleri o gülümseme her türlü düşünceyi alıp götürüyordu. Hayattaki en şahane şeydi.
Melike de, mutluluğun ötesinde bir sevinç hissediyordu. Uzun yıllar sanatçı olmak istemiş ama ülkesinde böylesine şeytani bir tercih yapmak mümkün olmamıştı. Yine de vazgeçmemiş, bunun için çok çalışmış, savaşmış ama savaşı o küçük parlak gözlerle son bulmuştu. Artık küçük tatlı Halit’e daha iyi bir gelecek sağlamak, hayallerinden ve diğer her şeyden önce geliyordu.
Halit mutlu bir çocuktu. Ailenin tek çocuğuydu her ne kadar ailesi, ona her zaman en iyi arkadaş olacak ikinci bir çocuk istese de, olmamıştı ve en son denemekten vazgeçmişlerdi. Halit ailenin tek hazinesi olarak kalmıştı. Bu nedenle de, Halit için varlarını yoklarını yorulmadan ortaya koyuyorlardı. Ülkeleri de, onca sorunun ardından barış dönemine girmiş ve daha iyi bir gelecek için umut veren bir hale gelmişti. İnsanlar artık hayal kurabiliyordı.
ta ki o korkunç güne kadar…
Aslında her şey öngörülüyordu. İnsanlar yine de, umut etmeyi tercih ediyordu. Aradan zaman geçtikçe umutlar da yavaş yavaş tükendi, korkuya dönüştü. Korku ise nefrete. Bu kadar gerginliğin ardından bir de açlık, yoksulluk, hastalıklar hayatın bir parçası haline gelmişti. Ülke kendine yetemez hale gelmiş, ilaç hatta yiyecek tedariğinde bile sorunlar yaşıyordu. Tarih tekerrür ediyordu ama umut insanları kör etmişti. Herkes daha kötüsü olamaz, eskisi gibi olmaz diye düşünüyordu.
Nasif ve Melike ise tüm olanlardan, sınırlı kaynak ve şanslara rağmen, Halit’e verebileceklerinin en iyisini vermek için daha çok uğraşmaya devam ediyorlardı çünkü savaş, barış ve hayal ne demek çok iyi biliyorlardı. Hayal edebilmek için bedel ödemişlerdi. Halit, aynı sorunları yaşamamalıydı ama zaman içinde bunun imkansız olduğunu anladılar.
Bölüm 2: Yok olan hayaller
Melike büyük bir korku ile hızla mutfağa koştu ve Nasif’e haberlerden bahsetti. Umutların gölgesine gizlenen ve görmezden gelinen şey olmuştu. Tüm şehir bombalanıyordu. Hükümet düştü haberleri ana manşetten verilirken, arka planda başkentin imha edilen kritik noktaları insanların bağrışları eşliğinde veriliyordu. Haberlerin arasında bir görüntü ile odaya derin bir sessizlik çöktü. Nasif boş gözlerle Melike’ye bakarken; Melike ise korkudan kısa nefesler alarak titriyordu. Sessizliği bozan ise Halit’in sorusu oldu: ‘Baba bak, senin iş yerin’!. Evet, orası bir zamanlar Nasif’in iş yeriydi, şimdi ise yıkıntılar arasında yalnız ve harap bir bina.

Günler sonra bombalama sona ermiş ve hasar daha da gün yüzüne çıkıyordu. Ne telefon ne de internet çalışıyordu. Hayatta kalanların donuk suratları ve yıkıntılar dışında hiçbir şey kalmamıştı. Nasif de, aynı şekilde çaresiz, bitkin ve donuktu. Sonunda basından, ağır şekilde bombalandığı dışında hiçbir haber alamadığı kampüse gitmeye karar vermişti. Belki de, öğrencileri ve iş arkadaşları da, kendisi gibi evdeydi ve herkes iyiydi. Belki onlar da, Nasif gibi saldırıyı kınamak, dimdik ayakta kaldıklarını göstermek ve birbirlerinden haber almak için orada olacaklardı.
Kampüse ulaştığında, korkunç bir manzara ile karşılaştı Nasif. Kampüste adım attığı her köşede midesini bulandıran bir koku hakimdi. Korkusu gibi, gittikçe ağırlaşan ve üzerine çöken bir koku. Ölümün kokusuydu. Yok olan anıların, hayallerin kokusuydu. Yıkıntılar arasında attığı her adım, daha da ağırlaşıyordu. Her köşede yanan vücut parçaları vardı. Bacaklar, kollar, kafalar… O anı anlatabilecek hiçbir kelime yoktu. O duygu, tarif edebileceği bir duygu değildi. Bağırmak istiyordu ama sesi yok olmuştu. Ağlamak istiyordu ama göz yaşları kurumuştu. Duvarlara yumruk atmak istiyordu ama ne gücü vardı ne de vurabileceği bir duvar. Kimseydi, kimsesizdi. Aynı zamanda herkesti. Diğerleri kadar ölü ama acı çekecek kadar da canlı. Kendi duygularıyla savaşırken, korkunç bir şey daha hatırladı. Asistanı, kendisi yerine derse giriyordu. Katılımın yüksek olduğu, öğrencilerin keyif aldığı bir sınıftı… Derin bir nefes aldı Nasif. Sanki nefesi de tükenmişti. Tüm hücreleriyle acıyı hissediyordu. Vücudunun her bir milimetresine bıçaklar saplanıyordu. Boş bir umutla, herkesin haberleri duyup, kaçtığını ümit etti ama sınıf tahtasının yanındaki kafatası umutlarını anında bitirdi. Asistanı ve 35 öğrencisi sonsuzluğa yol almışlardı. Hayatın matematiği aslında çok basitti. Doğ-yaşa ve öl. Hayal etmek, pozitif olmak aptalların işiydi.
Bölüm 3: Hayat
Uzunca bir sessizlikten sonra Halit tekrar camdan ihtişamlı manzaraya baktı. ‘Tüm bunlar, bunca lüks, bunca gelişme ne için?’ diye düşündü. O günden beri 20 sene olmuştu. Halit 10 yaşındaydı. Ailesinin o kadar paramparça olduğunu gördüğü ilk ve son andı. Gözlerinde hiçbir ışık yoktu. İlk defa onları ağlarken görmüştü. İlk kez ona gülümseyerek bakamamışlardı. İlk kez gelecekle ilgili bir tek kelime bile edemiyorlardı. O gün, babası kampüsten geri geldiğinde ne yapacağını bilemez haldeydi. Panik ve korku doluydu. Birkaç yıl sonra ise sokakta vurulmuştu. Annesi ise ikinci kez paramparça olmuştu ama yine de ilk seferki gibi değildi. Olaya hızlıca adapte olmuştu.
Halit çocukluğunu hatırladıkça, anılar da daha belirginleşiyordu. İnternette gördüğü çocuklar gibi futbol oynayamıyordu. Dışarı çıkmıyordu çünkü her taraf ölü beden ve vücut parçaları ile doluydu. Edindiği birkaç arkadaşıyla ise yeni bir oyun uydurmuşlardı:
Kim önce ölecek ya da bedeninin bir parçasını kaybedek? Hangi parça ilk önce gidecek?
Doğru bilen ise ödül alıyordu. Eğer kazanan öldüyse, hep beraber onun mezarına ödülü bırakacaklardı.
Oraya mezar denilebilirse…Sonunda tüm oyuncaklar, yapılar, sahip oldukları, hediyeler toprak olacaktı.

Bölüm 4: Doğ-Yaşa-Öl
Halit, hayatta kalabildiği ve ülkeden uzaklaşabildiği için şanslıydı, her ne kadar bu annesinin canına mal olsa da. Bu konuda iyice duygusuzlaşmıştı çünkü ölümün tek gerçek olduğunu ve dünyada adil olan tek şey olduğunu iyi biliyordu. Doğaldı. Hayatın parçasıydı. Daha sonra ise aslında bunun doğru olmadığını, ölümün de adil olmadığını farketmişti.
Hayat diğer yerlerde farklıydı. Çocuklar, ölü bedenlerle değil, gerçek oyuncaklarla, gerçek oyunlar oynuyordu. Aileleriyle vakit geçirebiliyor, onlarla da aktiviteler yapabiliyordu. Hatta büyük annelerini, büyük babalarını bile görebiliyorlardı. Halit, büyük babasını ve annesini hiç görmemişti.
Bir gün Halit’e arkadaşı, dersler ve sınavlar yüzünden spora devam edemeyeceğini ve bu durumun canını çok sıktığını söylemişti. Halit ise, ‘hayata bak!’ diye düşünmüştü. Kendisinin hayal kuracak, istekte bulunacak hiç şansı olmamıştı. Bugüne kadar başardığı şeyleri niye başardığını, neden öyle bir yol seçtiğini bile bilmiyordu. Tüm bunlara neden devam ettiğini de sorgulayıp duruyordu. Babasının bir zamanlar dediği gibi; doğ-yaşa-öl. Öyleyse, neden bunca uğraşa katlanmış ve katlanmaya devam ediyordu?
Bölüm 5: Konuşma
Konuşmaya 15 dakika kalmıştı ama Halit düşüncelerinden sıyrılamıyordu.
‘Ne için?’.
Konuşma yapacağı insanlar için büyük bir şey başarmıştı ve herkes heyecanla, hayranlıkla onu bekliyordu fakat kimse ne bedel ödediğini bilmiyordu. Geçmişi hakkında kimsenin fikri yoktu. O güne kadar, ailesinin bir köyde yaşadığını söylüyordu. Kendisi de buna inanmak istiyordu. Başka da hiçbir bilgi vermiyordu.
Kimse, bu ödülü alarak babasının hayalini gerçekleştirdiğini bilmiyordu. Sadece bilim insanı olmamıştı, yeni buluşuyla birçok insana umut olmuştu. Babası hiç şüphesiz büyük gurur duyacaktı. Kurtardığı hayatları öğrenince, annesi mutluluktan havalara uçacaktı. Buluşuna da, annesinin adını vermişti. Mutlaka bunu duyunca çok sevinecekti.
Halit için ise bunların hepsi anlamsızdı. Bu başarıların hiçbiri kaybedilen yaşamları geri getirmiyordu. Hiçbir şey yalnız başına gittiği mezuniyet törenini, ödül törenlerini telafi etmeyecekti. Hiçbir şey, arkadaşlarının ne kadar şanslı olduklarını anlamalarını sağlamayacaktı. Bu yüzden Halit, ödülü ailesine ve kendi halkına adamaya karar verdi. Halkına tekrar daha iyi bir hayat, daha iyi bir yaşam ve gelecek için umut aşılamanın vakti gelmişti.
Sonunda zaman geldi ve konuşmak için kürsüye çıktı:
‘Bugün konuşmama egolarınızı okşayarak başlamayacağım. Bizler baylar, bayanlar, hanımefendiler, beyefendiler, profesörler, doktarlar ya da makam sahipleri değiliz… Bizler kendine yalan söyleyen, derinlerde saklanan vicdanı gün yüzüne çıkmasın diye başarı peşinde koşan bir grup benciliz. Takım elbiselerimiz, pahalı mücevherlerimiz, bakımlı yüzümüz, hızlı arabalarımız, rahat ofislerimiz, ünümüz, yazdığımız makaleler, onlarca yayın, yorum… Hiçbiri bir anlam ifade etmiyor. Hepsi kendimizden, özümüzden, vicdanımızdan kaçmak için birer bahane.
Bugünkü organizasyon için ne kadar para harcadınız? Bu ödülü yaptırmak ne kadara mal oldu?
Ben derslere girebilmek için bu paranın milyonda birine muhtaçtım. Hayatta kalmak için milyonda biri yeterliydi. Bu salonda bizler seçilmiş, ayrıcalıklı bir azınlıkken; bu ödülün milyonda birine hayatı değişecek, o para sayesinde hayatta kalabilecek, hayata tutunabilecek sayısız insan var.
Geçen ayki sempozyumumuzu hatırlıyorum. Çevre ve diyet üzerine tartışıyorduk. Nasıl altyapıyı geliştiririz, nasıl sürücüler, gezginler, işçiler için teknolojiyi daha ileriye taşırız diye tartışıyorduk. Sanki bu teknoloji var olsa bile, ulaşabileceklermiş gibi. Bilgisayarların, internetin hızını artırmayı tartışıyorduk, sanki herkes erişebiliyormuş gibi.
Prof. James, bana anlattığınız hayalinizi hatırlıyor musunuz? Masmavi bir denizin kenarında güzel bir ev. Benim çocukluk evim deniz kenarındaydı ama deniz kırmızıydı. O manzaranın tadını çıkaramıyorduk, deniz vahşi ve acımasızdı. Ölüm kokuyordu. Hayatımda ilk defa mavi denizi buraya gelirken gördüm, boğulan insanları da.
Dün bir arkadaşım çocuğuna bağırıyordu. Biçtiği çimlerin üzerinde yürüyor diye. Sevgili arkadaşım, biz çimlerde hiç oynayamadık çünkü çim demek ölüm demekti.
Başka bir arkadaşım sebze yemekten bahsediyordu. Bizim seçme şansımız hiç olmadı. Ne bulursak onu yiyorduk. Seçtiğimiz tek şey kimin yiyeceğiydi, kimin daha çok ihtiyacı olduğuydu, açlığa kimin daha çok dayanabileceğiydi.
Buraya gelirken annemi neden kaybettim biliyor musunuz? Çünkü o tercihini yaptı. Beni beslemek için, kendini feda etti.
Bugün, bu ödülü kabul etmeyeceğim. Yüzünüze gülümsemeyecek ve alkışlamanıza izin vermeyeceğim. Çünkü hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ne kadar şanslı olduğunuzu, ne kadar ayrıcalıklı olduğunuzu bilmiyorsunuz. Tek yaptığınız şey iki yüzlülüğünüzün keyfini çıkarmak. Dünya, çevre ve insanlık hakkında ahkam kesmek. Gerçeklerden kaçmak.
Biliyorum. Bir çoğunuz şu an bu kürsüde benim olmak istediğim yerde olmak isterdiniz. Biliyorum çünkü yıllarca bunun için nasıl savaştığınızı gördüm. Nasıl birbirinizin yakasına yapıştığınızı, nasıl paçalarınızdan birbirinizi aşağı çektiğinizi ve her deneyişinizde nasıl daha çok başarısız olduğunuzu gördüm. Sizlerin aksine ben hiçbir şey başarmak istemedim. Tüm bu lüks, hayat standardı ve elitlik… Bunların hiçbirini istemedim. Belki de geldiğim noktanın sırrı budur. Sadece işimi yaptım. Elimde olan tek şey buydu.
Bu yüzden ödülü aileme, katledilen arkadaşlarıma, kaybolan ve yaşanamayan hayatlara, varolamayan hayallere, hayal kurma lüksü olmayan halkıma, tüm kaybettiklerimize ve çalınan geleceğimize adıyorum.
Ayrıca sizden de bir konuda özür dilemek istiyorum. Artık burada olmayacağım. İşimden ve tüm çalışmalarımdan istifa ediyorum. Küçük bir hayal beni buralara getirdi. Şimdi ise geldiğim yere, halkıma dönüyorum. Onlara ufacık da olsa, umut olmaya, hayal kurmanın kötü bir şey olmadığını öğretmeye gidiyorum.
Dünyadaki adaletsizliğe karşı savaşı kazanamayacağımı da biliyorum. Yine de şansımı deneyeceğim çünkü bundan daha anlamlı yapabileceğim hiçbir şey yok. Belki; yakında bir kurşun, bombalı saldırı, işkence, açlık ya da en iyi ihtimal hastalık yüzünden öleceğim ama en azından dürüst ve rahat bir vicdanla…
‘Teşekkür ederim. Hepinize çok teşekkür ederim, özellikle de bizimle olmayan tanrıya!’

Leave a comment